12 Eylül-PKK ve Şiddet!
Nasıl kurulduğu tartışmaları bir tarafa PKK, 1978-1980 sıkıyönetim/askeri (örfi) idare döneminde örgütlenme sürecini tamamlamış ve 12 Eylül darbesi sonrası ortaya çıkmıştır.
12 Eylül döneminde, özellikle Güneydoğu’da ve genelde Türkiye’nin her bölgesinde Kürtlere uygulanan sistematik baskılarla PKK için uygun bir zeminin oluştuğu söylenebilir.
Sadece Diyarbakır cezaevinde uygulanan insanlık hatta hayvanlık dışı işkencelerle bir başkaldırı gerekçesi yeterince oluşturulmuştu.
Daha açık bir ifadeyle belirtmek gerekirse, koşulları oluşturan ve PKK şiddetini üreten dönemin cuntası ve resmî ideolojidir.!
Başka bir ifadeyle PKK, 12 Eylül döneminde Kürtlere yönelik planlanmış komando harekâtı ve sistematik işkencenin bir tezahürü olduğu gerçeğidir.
Bu durumda PKK’nin, Kürt halkının tercihi ve seçimi ile ortaya çıkmadığı açıktır. PKK; baskı, inkâr, asimilasyon ve orantısız şiddete maruz kalan Kürtlerin, kucağında bulduğu bir örgüttür.
Başından itibaren siyasal sistemin ve özellikle de 12 Eylül ceberut uygulamalarının sonucu olarak örgüte sempatinin arttığı ve giderek taraftar bulduğu gizli değildir.
Kuşkusuz sistemin ceberut uygulamaları PKK’nin taban bulmasında tek faktör değildir. Örgüt, süreç içerisinde uyguladığı orantısız ve acımasız şiddetle de önce kırsal alanda, sonra da kent merkezlerinde Kürtlere boyun eğdirmeyi başarmıştır.
Sorgulanamayan şiddet, zamanla büyük bir çoğunluğu boyun eğmeye veya gönüllü teslimiyete mecbur bırakmıştır. Milyonların, “irademiz Öcalan” söylemi bu anlayışın sonucudur.
Ne yazık ki silah, güç ve şiddet yöntemi sadece Kürtlerle sınırlı değil, coğrafyamızın bir gerçeği olarak kabul görmektedir.
Gerçek olan şudur ki yaklaşık 40 yıldır şiddetin bir tarafında PKK varsa, diğer tarafta yönetimin yüz yıllık ayırımcılığı, adaletsizliği, hukuk ve insanlık dışı uygulamaları vardır.
Terör eylemlerine ve Kürtlere ağır maliyetine rağmen PKK şiddetinin toplumsal karşılık bulmasının nedeni de devlet yönetiminin inkârcı ve ceberut uygulamalarıdır.
Bu nedenle PKK’yi doğru anlamak için hem PKK’yi hem de devlet uygulamalarını birlikte sorgulamak gerektiğini düşünüyorum.
Siyasal sistemin uyguladığı ceberut uygulamaları görmezden gelerek terör eylemlerine rağmen PKK’nin nasıl toplumsal destek sağladığını anlamak mümkün değildir.
Bunun için de şiddetin toplumsal kabul görmesinin gerekçelerini de sorgulamak gerekir. Empati ve sorgulama yapılmadığı için Kürtler hak etmedikleri halde şiddete destek vermekle hep suçlanmışlardır.
Oysa şiddet Kürtlerin tercihi değil, ceberut düzen ve PKK’nin ortak dayatmasıdır. Kürtler de Kürt siyaseti ve HDP de şiddetin sorumlusu değil, doğrudan mağdurudur.
Bu gerçeği örtmek için bir siyaset mühendisliği olarak hak ve demokrasi talepleri olan bütün Kürtler, terör, şiddet ve PKK ile ilişkilendirilerek hedef haline getirilmektedir.
Net bir biçimde belirtmeliyim ki şiddet ve çok yönlü terör, karanlık dehlizlerde oluşturulan stratejilerin gereğidir. PKK ile başlayan şiddet ve terörün mimarı da 12 Eylül Askeri cuntasıdır.
Devlet eliyle uyguladığı baskı ve şiddet politikalarıyla Kürt gençlerini dağa yönlendiren ve PKKK çatısı altında silahlı mücadeleye zorlayan Cunta yönetimidir.
On binlerce genç, cunta şiddeti karşısında PKK şiddetini sorgulamadan silahlı mücadeleye katılmış ve öldürülmüştür.
Şiddet projesinin farkında olmayan ve sorgulamaya fırsat bulmayan gençlerin neredeyse tamamı “halkın özgürlüğü ve kurtuluşu” için samimi olarak hayatını feda etmiştir.
Sorgulama imkânı ve fırsatı bulan önemli bir bölümü de Irak üzerinden Avrupa ülkelerine kaçarak kirli savaşın parçası olmayı reddetmişlerdir.
Ancak sonuç değişmemiştir. Aynı senaryo bugün de devam etmektedir.
15 Temmuz ve sonrasında oluşan AKP-MHP-Perinçek İttifakı, 12 Eylül 1980 Cunta stratejisinin yeni bir versiyonudur. Amaç; Türkiye’yi yeniden şiddet sarmalına alarak demokrasiden ve muasır dünyadan uzaklaştırmaktır.
PKK ile de özellikle Suriye ve Irak’ta kurulması planlanan “Bağımsız Kürdistan” projesini önlemek ve Türkiye Kürtlerini de bölerek veya şiddete mahkûm ederek özgürlük arayışlarını engellemektir.
HDP üzerinde kurulan baskıların ve yüzlerce siyasetçiye siyaset yasağı getirilmesinin nedeni de Kürt siyasetinin demokratikleşmesini ve demokrasi mücadelesini önlemektir.
HDP’de etkili olan İmralı bağlantılı ideolojik unsurların, Salahattin Demirtaş ve arkadaşlarının değişim çabalarını engellemesi de buna bağlı olarak değerlendirilebilir.
Bugün tutuklu bulunan veya tutuklanmamak için yurt dışına giden HDP’li politikacıların çoğunun, değişim ve demokratikleşmeden yana oldukları düşünüldüğünde tezgâhın büyüklüğü fark edilecektir.
İktidar bloğu-cunta zihniyeti ve PKK’nin “anti Kürdistan” ortak paydasında buluştukları dikkate alındığında fotoğrafın net olduğu görülecektir.
15 Temmuz da 12 Eylül gibi demokrasi, hukuk, hak ve özgürlükler karşıtı bütün unsurları dolaylı-dolaysız bir ittifak projesinde buluşturmayı başarmıştır.
Bugün de Kürtlere şiddet taraftarlığı dışında bir seçenek fırsatı verilmemektedir. Başından itibaren PKK ve güvenlik birimlerinin hukuk dışı operasyonları arasında bir tercihe zorlanmaktadırlar.
Koruculuk, işbirlikçilik, muhbirlik, halkına ihanet, Kürt aleyhtarlığı, HDP düşmanlığı, Hak ve Özgürlük karşıtlığı gibi tutum sergileyen Kürtlerin tercihi bu zorlamaların sonucudur.
Benzer tercihlerin PKK tarafından da dayatıldığını dikkate aldığımızda sivil halk kesimlerinin, aydın, yazar ve siyasetçilerin nasıl bir travma içinde olduklarını anlamak hiç de zor değildir.
Peki ya sizler, yani Kürt olmayanlar veya Kürt kökenli olanlar!
Tercihi şiddet değil de hak-hukuk-adalet-hürriyet, insanlık onuru ve muasır medeniyet olan Kürtlerin durumunu hiç düşündünüz mü?
Bunu anlamak için empati yapmanız ve sadece iki dakikalığına “Kürt” olmayı denemeniz yeterli.
Abdulbaki Erdoğmuş