BİR BEDENDE
Sarhoş kadehler gördüm, hapsolmuş demir parmaklıklar. Balığa mahkum akvaryum, trene mecbur bırakılmış ray. İyiliklere maruz bırakılmış kötü, mutsuzluğa boyun eğmiş sevgi. Keşke dağ olsaydım diyen sahil, yorungesine mecbur dolunay.
Yerini beğenmeyen yıldızlar gördüm göktaşlarına imrenen. Çiçeğinden usanmış saksı. Artık okumak isteyen kalem, cümlesini eleştiren kelime, kelimesini yadırgayan harf. Yeşile çalmak isteyen gökyüzü, kırmızıyı andırmak isteyen deniz. Sertliğinden utanan taş gördüm, cesetlerden yorulmuş toprak.
Yürümek isteyen ağaçlar, gül kokmak isteyen nergisler. "Birde insanlar gördüm insanlıktan yorulan..." Gökyüzünde dolunayı aramaya başladığı zaman büyüdüğünü hissediyor insan. Yerli yersiz biryerleri ağrıdığında, kahkahaların yerini tebessümlere bıraktığında anlıyor.
Bir söz, bir eylemi eskisi kadar önemsemediği zamanlar. Yahut kırılmaya dahi takatinin kalmadığında anlıyor. Olur olmaz şeylere duygusallasmaya başladığında kimi zaman, kimi zaman eskiden tahammül edemediği şeylere daha hoşgörülü olduğunda anlıyor. Çiçeğin sadece kokusuna değilde dikenine de takıldığı zamanlar.
Bir çocuğun başını oksarken bazen, bazen elele bir çift genci gördüğü zaman anlıyor. Sevmenin hiç olmak, sevmenin aslında ölmek olduğunu anladığında farkediyor büyüdüğünü. Kırmadan, dökmeden, incinmeden ve incitmeden sevmenin ne demek olduğunu anladığında.
Büyümenin yaşı da yok hem. Kimi onsekizinde, kimi yetmişsekizinde. Sözün özü, insan anlamaya başladığında büyüyor, büyüdüğü zaman anlıyor. "Belkide anlamak büyümek, büyümek anlamaktır.." Çok kaybettim... Sevdiklerimi, hayallerimi, hayatımı, en çok da kendimi.
Bu kadar kaybeden biri olarak bu kadar güçlü durabilmek yoruyor insanı. Ve bu kadar kaybetmek yeniden başlamayı oldukça zorlaştırıyor, "ya bir daha" ile başlayan cümleler yüzünden. Cevaplanmamış sorular yoruyor, belirsizlikler yoruyor, beklemek yoruyor, anlaşılmamak, duyulmamak, görülmemek yoruyor, can yakıyor.
Koca dünyaya, bu kadar insana karşı yalnız savaşmak yoruyor. Mutsuzluklar yoruyor, kabullenişler, ümitsizlikler yoruyor. Bu kadar yorgunluktan sonra insana bir şey kalmıyor, geriye dönüp "ben nasıl bu kadar dayanabildim" demekten başka bir şey gelmiyor elinden, dilinden.
Gözlerdeki yorgunluk, yüzdeki kırışıklıklar, saçlardaki aklar değil miydi insanı anlatan? Onlardı anlatan evet ama var mıydı bir dinleyen, gören, duyan? Hikâyesi burda başlıyor insanın. İnsan en çok da görülmediğinde, duyulmadığında, anlaşılmadığında dertliydi, kederliydi. İşte bu yüzden küsmüştü dünyaya, insanlığa en çok da kendine.
İşte burda başlamıştı bir insanın hüzünlü tükeniş öyküsü, tam da burda ölmüştü insan aslında, toprağın altına girmeden de ölünebileceğini burda anlamıştı. Güçlü olmak ile güçlü görünmek çok başka. İnsanların arasında dağ gibi durup, yalnız başınayken yıkılmamak için verilen çaba bambaşka.
Yaşamak başka, yaşayabilmek bambaşka. Hayatı anlamak başka, anlamlandırabilmek bambaşka. Hep demişimdir; insan yutkunamadığı hakikati kendisinden bile saklamaya çalışmasıyla meşhurdur. Ben, heves ettiğim şeylerin kursağımda birikmesinden oluşan hayal kırıklıklarını bir yorgan gibi üzerime örtmüş olanım.
Ben, olsun diye çabaladığım her şeyin olmayışını yutkunarak seyredenim. Ben elimi uzattığım yeşil dalların, kuruduğuna şahit olanım. Vesselâm
Hiçbir şey planladığın, sevdiğin, hissettiğin gibi kalmıyor. Küçüklü büyüklü o kadar çok parçan kopup gidiyor,o kadar çok hayal kırıklığı yaşıyorsun ki bir süre sonra ben bundan daha fazla eksilemem diyip hissiz ve tepkisiz bir halde, olanlara şaşırmadan devam ediyorsun her şeye. Hep nerede hata yapıp kaybettiğimi düşünüyordum, artık biliyorum.
Kaybediyordum çünkü iyi bir insan olmanın bir şeyleri kazanmaya ve mutlu olmaya yeteceğini sanıyordum. Bazı şeylerin sonu bellidir halbuki, sen istersen kanatsız melek ol değiştiremezsin. Allah'ım sen merhamet edenlerin en merhametlisisin, ben artık bulunduğum yer ve anda senin varlığını unutmadan yaşamak, bu dünyadan da öyle geçmek istiyorum, diyorum O'na. Kayıyorum, tökezliyorum, düşüyorum ...
Yolumu kaybediyorum dünya çıkmazında ... Yerim burası değil biliyorum, yine de kanıyorum ... Ey yerlerin ve göklerin ve ikisi arasındakilerin Rabbi, Ben'im Rabbîm ...
Ellerimi Sen'den başka uzatacak kimsem yok, Kime uzatsam açıkta kalıyor bir parçam .. Kimse kimsenin derdi değil, benim Rabbîm Sensin ... Atarsan beni tutacak yok, bırakırsan düşerim ...
Allâh’ım ... Yaratan, rızık veren, yol gösteren ... Rahmetini kimseden esirgemeyen Rabbîm ... Düşe kalka kanamışken, yitmişken, bitmişken ...
Senin sözlerin yetişiyor imdâdıma: Kimim var ki zaten, Senden başka ... "Bana duâ edin, icâbet edeyim. Buyuruyorsun."
Bir parça Muhammedi hüzün için yalvaran bir kalp. Yaşamaktan yana mahcup, Allah'a, "Huzuruna çıktığımda, yüzüne bakmaya yüzüm olsun" diye dua ediyor! Elbiselerin güzel, eşyalarla çevrili etrafın.
Soluk soluğa bir koşunun içindesin. Heybende gaileler, derdin günün, talebin dünya. Halbuki kendini O'na nispet ettiğinde, hiçsin. Vacibü'l vücudun kucağındaki topraksın. O'ndan ayrılışından baktığında, gurbettesin.
Üzülme, bu gurbetin bir tesellisi var... Çünkü... Allah varken, yokluk yoktur. Faruk Yiğit Araz, 'yaşamak' karşısındaki durumunu şöyle açıklıyor: " 'Ne var, ne yok?' diye sorulan her soruya ‘hiç❜ dersin.
Har var, İmtihan var. Çaresizlik var. Var olana da, yok olana da şükür demektir 'HİÇ' demek." Yarası olan, okura onun da yarası olduğunu hatırlatan bir yazar.
Yarası, Allah'ı her an hatırında, kalbinde, ibadetinde tutma derdinden. Yarası, dünya rüyasına aldanmama, hakikati her daim merkezinde ve menzilinde tutma derdinden.