Bir Siyasal Sorun Olarak IRKÇILIK

Bir Siyasal Sorun Olarak IRKÇILIK

Genel bir tanım olarak Irkçılık; “bir ırkın (çoğunlukla kendi ırkının) diğerlerinden üstün olduğuna ve diğerlerine hükmetmeye hakkı olduğuna duyulan inanç veya bu değerleri kabul eden doktrin” diye tanımlanır.

Irkçılık, insanlar veya toplumlar arasında etnik aidiyet (ırk) itibariyle eşit olduklarını reddeden ve kendi ırkını daha üstün, ait olduğu milleti necip ve ayrıcalıklı gören bir anlayış olarak kendini gösterir. 

Medeni toplumlarda Irkçılık ve Dinbazlık, insanlık için en büyük felaketler olarak kabul dilmektedir. Engizisyonlar ve soykırımlar daha çok bu nedenle yapılmıştır. Yakın tarihte Nazi Soykırımı ve günümüzde Siyonist Soykırımı ‘Egemen Irkçılık’ için en belirgin örneklerdir.

Benzer uygulamalar neredeyse dünyanın her bölgesinde yaşanmış ve yaşanmaya devem etmektedir. Lanetlenmiş olmasına rağmen ırkçılık, tarih boyunca farklı biçimlerde var olmaya, hatta etkin olmaya devam etmektedir. En tehlikeli yüzü de hâkim unsurların bir egemenlik veya bir devlet ideolojisi olarak dayattıkları “milliyetçilik” tanımında görülmektedir.

Bu bağlamda Türk milliyetçiliği; Türk milletinin medenileşmesini ve ilerlemesini gaye edinen siyasi bir görüş değil, uydurulmuş bir tarihle, dayanaksız ve hamasi politikalarla “Türkçülük” ve “Türklük” kimliğinin yönetim sistemi olarak dayatılmasıdır. Böylece farklı kimlik aidiyetlerini de “Türklük” potasında eriterek yüzlerce yıllık tarihin ve çoğulcu kültürün yok edilmesi hedeflenmiştir.

--

Esas itibariyle Türkiye’de siyasal ve kurumsal düzeni “ırkçılık” üzerine inşa edip heterojen bir toplumu homojen bir tanım olan  “Türklük” kimliğini “üst kimlik” olarak belirleyenler Anadolu Türkleri değildir. 

Zira Anadolu Türklerinin 20. Yüzyılın başlarına kadar açığa çıkmış bir IRK taassuplarının ve milliyetçilik duygularının olmadığı bilinmektedir.

Anadolu Türklerini tarihi ve toplumsal yapısı incelendiğinde, ülkemizde “Türkçülük” ve “Türk milliyetçiliğinin”, Türklerin milliyetçiliği değil, “Türklük” zırhına ve örtüsüne bürünmüş Türk olmayan unsurların milliyetçiliği olduğu anlaşılacaktır.

Bu nedenle de Türk milliyetçiliği, Anadolu Türküne değil, yasal güvence altına alınmış “Türklük” üst kimliği ile hakimiyet sağlayan ancak etnik köken itibariyle Türk olmayan unsurlara hizmet etmektedir.

Bu hakikatin farkında olmayan Anadolu Türkleri, eğitimden siyasete, dini hayattan sosyal hayata kadar her alanda din-vatan-bayrak ile ambalajlanmış ve kamusal imkanlarla güçlendirilmiş bir milliyetçiliği, farkında olmadan, üzerinde düşünmeden zamanla özümsemişlerdir.

Bu anlayışın tarihte, özellikle Osmanlı döneminde Anadolu Türklerine reva görülen “maraba” muamelesinin neden olduğu kompleksin etkisiyle de hızla karşılık bulduğu açıktır.

Radikal milliyetçiliği de “Türklük gururu” ve “üstünlük” biçiminde örgütleyen hâkim unsular, bu yöntemle Anadolu Türklerinde karşılık bulan millet-bayrak-devlet milliyetçiliğini makul ve masum bir anlayış haline getirmeyi başardılar. 

Türkiye’de sağcı-solcu-muhafazakâr-demokrat-Osmanlıcı-Atatürkçü-laik-dindar iddiasında olan her grubun, örgütsel kesimlerin, cemaatlerin, siyasi partilerin neredeyse tamamına yakını “milliyetçilik” duygusunu az veya çok tatmıştır. Milliyetçilik zehrinden içmeyen bir parti, cemaat veya ideoloji bilmiyorum.

--

Milliyetçilik, nasıl tanımlanırsa tanımlansın aynı soydan gelenleri ve aynı dili konuşanları diğerlerinden ayıran, üstün tutan ve farklı olanı aşağılayan hastalıklı bir ruh halidir. İnsanlığın ortak kazanımlarını, evrensel değerleri paylaşmaktan ve siyasal düzen olarak benimsemekten uzak durmayı “milli menfaat” ve “milli değerler” iddiasıyla reddeder.

Oysa” insanlık” ortak kimliğinde hiçbir toplumun, milletin ve bireyin diğerinden daha üstün daha aziz, daha necip ve ayrıcalıklı olduğu iddiası gerçekçi değildir.

Burada iyi ve yararlı olanın, kötü ve zararlı olandan daha üstün ve değerli olduğuna inanıyorum. Bu ayırımda dinleri, inançları, ırk, sınıf ve coğrafi aidiyetleri belirleyici olarak görmüyorum.

Hiçbir milliyetçilik anlayışı kuşatıcı, birleştirici ve adil olamaz. Türkiye’de dayatılan milliyetçilik, sadece Türk olmayanları değil, tehdit unsuru olarak görüldüğünde Anadolu Türklerini de kitlesel olarak cezalandırdığını belirtmeliyim.

Son örneği; dini bir cemaat biçiminde örgütlenip büyüyen, bürokrasi, akademi ve iş dünyası, siyaset, sanat, medya, eğitim, güvenlik, yargı gibi alanlarda etkin hale gelmiş bir kesim, 15 Temmuz darbe girişimi olayları sonrası KHK uygulamalarıyla bertaraf edildiler.

Cemaat yöneticilerinin içeride ve dışarıda nasıl bir ilişki içinde olduklarını bilemem, örgütlü dini ve politik faaliyetlerini de benimsemem ancak tabanını oluşturan geniş kesimlerin Anadolu insanından oluştuğu da örtbas edilemez. 

Tarihte ilk defa Anadolu Türkünün öz kimliği ile kamusal alanda önemli boyutlarda güç elde etmesi ve uluslararası zeminde kabul görmesi söz konusu cemaat faaliyetleriyle mümkün olmuştur.

Bu cemaatin muhafazakâr Türk milliyetçisi olduğunu çoğumuz biliyoruz. Cemaati “ihanet” ile suçlayanların da muhafazakâr Türk milliyetçilerinin olması düşündürücü değil midir?

Bu nasıl bir milliyetçilik anlayışıdır ki Türklüğe hizmete ram olmuş yüz binlerce insanı yokluğa, yoksunluğa, ölüme, cezaevlerine mahkûm ediyor? Mallarına, mülklerine, canlarına kastediliyor? İltisak iddiasıyla milyonlarca Anadolu Türkü “hain” ve “düşman” olarak dışlandı ve ötekileştirildi.

Anadolu Türk’ünün nasıl kullanıldığı, gerektiğinde “kurbanlık” olarak nasıl feda edildiği, bu cemaatin akıbetinden de anlaşılmıyor mu?

“Türklük” zırhını kuşanmış ancak özde Türk olmayanların din ile harmanlanmış milliyetçilik hamasetiyle yine milliyetçilik aşkıyla cemaat biçiminde örgütlenmiş Anadolu insanını devlet için tehdit görerek 15 Temmuz olaylarıyla nasıl tasfiye ettiğini uygulanan politikalarla anlamak mümkündür, diye düşünüyorum.

15 Temmuz olaylarını ve KHK uygulamaları; Anadolu insanının kamusal ve siyasal alandan tasfiye etme harekâtı olarak değerlendirmek yanlış mı olur?

Bana göre “Türklük” üst kimliği de Türk olmayanların önünü açmak için Anadolu Türkünü öz kimliğinden koparma anlayışına dayanmaktadır.

--

Ülke aidiyetini güçlendiren milliyetçilik değil, yurttaşlık bilincidir.

Yurttaşlık, medeniyet kimliği ile gelişir. Etnik milliyetçilik ise medeniyetin esası olan çoğulculuğu ve çoğulcu kültürü reddederek ırkı/milliyeti esas alır, bu bağlamda tek kimlik, tek dil, resmi tarih, resmî ideoloji ile de koruma altına alınır.

Söz konusu uygulamalar, görünürde toplumsal birliği sağlamış olsa da derinlerde toplumsal ayrışmayı ve yozlaşmayı kökleştirdiği sonradan anlaşılır. Günümüzde egemen olan milli bağnazlık ve etnik taassup bunun sonucudur. Toplumsal barışımızı tehdit eden ve medenileşmenin önündeki en büyük engel de bu anlayıştır.

Bu nedenle Türkiye’de “yurttaşlık” bilinci gelişmiyor. Kurumsal ve toplumsal alanda dayatılan “Türklük” ve “Türk milliyetçiliği” kimliği, yurttaşlık kimliğinin gelişmesini ve medenileşmeyi engellemektedir. 

Bu konuda Ali Fuat Başgil’in değerlendirmesi çok anlamlıdır:

“Şarkta ve Garpta, hemen bütün dünya milletlerini tanıdım. Kendi milletimi de gayet iyi tanırım Bütün bu tanıdıklarım arasında en müsamahasız, maalesef kanaate karşı en merhametsiz, hülasa en mutaassıp, maalesef biz Türkleriz. Moda fikirlere en çok ve en erken de katılan biziz. Ve kapıldığımız fikrin neticeleri gözler önüne serilmiş birer felakette olsa, taassup da devam ederiz. İşte bunun için ilerleyemiyoruz.” (Alıntı)

Kanaatime göre, “milliyetçilik” ve milliyet aidiyeti yerine ülke aidiyetini önemseyerek, çoğulcu ve eşit yurttaşlığı hukuk güvencesi ile geliştirerek ilerlemeyi ve toplumsal barışımızı tesis etmemiz mümkün olabilir.

Kuşkusuz azınlıkların, ötekileştirilenlerin ve ezilenlerin milliyetçiliği hoş karşılanabilir ve tolere edilebilir ancak egemen ve hâkim unsurların milliyetçiliği ayırımcıdır, bölücüdür, ırkçıdır ve asla masum görülemez. 

Abdulbaki Erdoğmuş