Müslüman dünyası, yaklaşık bin yıldır bir gerileme ve düşüş yaşıyor. Gelinen noktada böyle bir dünyanın varlığından dahi söz etmek gerçekçi değildir. Çünkü Müslümanlara ait artık bir dünya yoktur. Peki, ne oldu bu dünyaya?
Bin yıl önce Müslümanların ilim ve hikmetle aydınlattığı ve gidişatına akıl ve bilimle yön verdikleri bir dünya vardı. İslam düşüncesi ile devamlı yenilenen bu dünya, insanlığın çekim merkezi haline gelmişti.
Müslümanların öncülüğünde küllerinden yeniden doğan bu medeniyetin kökleri zaten vardı. İnsanlığın doğuşunu simgeleyen bir coğrafyada insanla birlikte var olmaya başlayan medeniyetlerin etkileri kaybolabilir ancak kökleri ve izleri asla yok edilemez.
Bugün Batı aydınlanmasını sağlayan bilimsel kodların ve keşiflerin Doğu kaynaklı, özellikle de Mezopotamya menşeli olduğu bilinmektedir.
Tarihte Müslümanların inşa ettikleri medeniyetin asıl kaynağı da yine bu topraklardı. Mezopotamya coğrafyası ve Harran Akademisi, kültür-sanat-tarih-fikir-din ve siyaset bakımından Müslümanlar ve insanlık için kaynaklık yapmaktaydı.
Başta Asuriler olmak üzere coğrafyanın kadim toplulukları ilmi çalışmalarla, özellikle Astronomi, coğrafya ve matematik alanlarında ilerlemeye devam ediyorlardı. Mezopotamya ile beslenen İran-Hindistan-Çin gibi bölgeler de farklı medeniyet coğrafyalarını oluşturmaktaydı.
Müslümanlar da İslam’dan aldıkları moral, motivasyon, inanç değerleri ve doğru istikamet ile var olan medeniyet birikimlerini birleştirerek dünyaya yeni bir istikamet vermişlerdi. Bu çoğulcu ve kültürel zenginlik içerisinde yeni gelişmeler ve buluşlar da peş-peşe gelmişti.
Galileo’dan yaklaşık 800 yıl önce Allame Harezm’in başkanlığında 71 değişik alanda uzman (daha çok matematikçi ve coğrafyacı) Bilim adamı tarafından dünyanın bir küre şeklinde olduğunu ortaya çıkarmışlardır.
Bugünkü teknolojiye kaynaklık edenler; sibernetik kurucusu El Cezeri, Modern trigonometrinin kurucusu El Battani, Pascal üçgeninin ilk mucidi Ebu’l Vefa gibi Müslüman bilim insanlarıdır.
Farabi, İbni Sina, Biruni, Kindi ve İbni Rüşd gibi filozofların İslam düşüncesinin gereği olarak aklı, bilimi önceleyerek insanlığa büyük katkılar sunmuşlardır. Batı aydınlanmasının en önemli fikri öncüleri de adı geçen filozoflar olmuştur. Batılı bilim insanları da bu gereceği itiraf etmektedirler.
12. yüzyıla kadar sadece Müslümanlar arasında değil, Doğu’da farklı unsurlar arasından çok sayıda matematikçi, astronomi bilgini, coğrafyacı ve filozof yetiştiği bugün de hiç kimse tarafından inkâr edilmiyor.
Farabi’yi, İbn’i Sina’yı, İbn’i Rüşd’ü, El-Ceziri’yi, Harezmi’yi kim inkâr ediyor? Biz Müslümanlar mı Batılılar mı?
Adı geçen filozoflar, Müslüman dünyasında dışlanırken ve esemeleri okunmazken Batılılar okullarında ders olarak okutuyorlardı.
Bugün de bu gerçeği örten Batılılar değil, coğrafyamıza egemen olan akıl, bilim ve felsefe düşmanlığıdır, akıldışılık, cehalet ve dinbazlık anlayışıdır.!
Müslümanların öncülüğümde yaklaşık 500 yıl Doğu’yu aydınlatan ışık bugün Batı dünyasını aydınlatmaktadır. Düşmanlık yaptığımız Avrupa medeniyetini aydınlatan işte bu ışıktır.
Bugün, tartışmamız gereken; 12. Yüzyıla kadar altın çağını yaşayan coğrafyamızın günümüzde neden karanlıklar içinde olduğudur. Asırlarca dünyanın gidişatına istikamet veren Doğu, bugün neden karanlıkta boğulmak üzere?
Kanaatime göre Müslüman coğrafyası, ışığını yitirdiği için bugün karanlığa gömülmüştür. Bugün de karanlığı aydınlatacak olan yitirdiğimiz ışıktır. Avrupa’yı aydınlatan ışığın kıvılcımları bize aittir ve onu coğrafyamızda yeniden tutuşturmak da bizim görevimizdir.
Resul-ü Ekrem arkadaşlarına: “İlim Çin’de de olsa gidip alınız” buyurmuştu. Müslümanlar ise bugün “medeniyet”, “gelişme”, yenilik” adına her ne varsa “Batı icadı” diye karşı çıkıyor, karanlıkta kalmayı “İslam” olarak dayatmaya devam ediyorlar.
Einstein’in, ‘Dinsiz bilim topal, bilimsiz din kördür’ sözü sanki biz Müslümanlar için söylenmiştir.
Müslüman coğrafyasının içinde bulunduğu, kaos, savaş, yoksulluk, terör, ekonomik ve siyasal krizlerin nedeni de karanlığa mahkûm edilmiş olmaları değil midir?
Otoriter, Totaliter rejimlerin anlaşılmasını engelleyen de fikri, ideolojik, politik tercihlerimizdir. Akıl, bilgi, ilim, irfan, hikmet yerine kutsanmış liderlere, dinselleştirilmiş sembollere, din adamlarına, cahil-cühela politikacılara inanmayı marifet bilmeye devam ediyoruz.
Oysa karanlıkta kalmamıza ve zillet içinde yaşamamıza neden olan otoriter ve totaliter rejimler, vazgeçilmez liderler, kutsanmış önderler, din adamları ve politikacılardır. Türkiye dahil Müslüman coğrafyasını yönetenler, yönlendirenler de bunlardır.
Hakkı, gerçeği belirtmek gerekirse; toplum olarak “celladına âşık” misali, cehalete âşık olmuş durumdayız. Karanlığın müsebbibi olan bir zihniyete, onun temsilcilerine destek vermeye ve liderlere, din adamlarına “itaati vacip” görmeye devam ediyorsak ‘layığımızı bulmuşuz’ demektir.
Bu durumu Ömer Hayyam şöyle ifade etmiştir:
"Celladına âşık olmuşsa bir millet,
İster ezan ister çan dinlet,
İtiraz etmiyorsa sürü gibi illet,
Müstahaktır ona her türlü zillet."
Abdulbaki Erdoğmuş