Dünya Sağlık Örgütü’nün pandemi ilan ettiği korona virüs salgını dünyayı etkisi altına almaya devam ediyor. Laboratuvar ürünü olup olmadığı veya salgın mı, saldırı mı olduğu konusunda çokça spekülasyon yapılmaktadır. Bilim kurgu filmlerine veya bu konuda yazılan makalelere bakarak bir değerlendirme yapmak ve bu tür kurgular hakkında kanaat belirtmek beni aşar.
Bu sorunu tanımlayacak, sebep ve sonuçlarını ortaya koyacak ve çıkış önerisi getirecek olan bilim insanlarıdır, bunların dışında söylenenler, yazılanlar teferruattan ibaret kalır. Din adamlarının konuyla ilgili söylemleri ise abesle iştigaldir. Hatta bu tür salgın hastalıkların oluşumunu bilmek doktorların da işi değildir. Doktorlar ancak salgından etkilenenleri tedavi eder ve koruma yollarını gösterirler. Salgınları inceleyen ise ayrı bir bilimdir. Bize düşen, bilim adamlarının tespitlerine ve doktorların tedavi için gösterdiği yöntemlere harfiyen uymaktır.
Virüs salgınının, bütün dünyada birçok hayatın son bulmasına, sosyal, siyasal, ekonomik değişimlere neden olacağı açıktır. Bu değişimde küresel ve ulusal iktidarların birinci derecede rol oynayacağı da açıktır. Milliyetçilik, dincilik, otoriterizm gibi hastalıklı siyasal akımların egemen olmak için büyük gayretler içine girmeleri de beklenmektedir. Bu bağlamda ülkemizde de İktidarın, Korona virüsü krizini sorumlu ve ahlaklı yönetmek yerine, otoriter ve ceberut yönetimi pekiştirmek için bir fırsata çevirmesi durumunda, telafisi mümkün olmayacak tarihi bir yanlış ve büyük bir vebal olacağını ifade etmeliyim.
Virüsle ilgili “Allah’ın doğada bir denge ve kanun yazdığını ve insanın bazı şeyleri yemesini yasakladığını, korona virüsün bu denge ve kanunların insanoğlu tarafından çiğnenmesi nedeniyle ortaya çıktığını” söyleyen yazar ve düşünür Sayın Ali Bulaç’a katılıyorum ve şu tespitini de önemli buluyorum:
“Yarasayı yemeğe kalkışırsak suç ne virüste ne yarasadadır, suç bizim yemekten sakınmamız gereken hayvanı yememizdir. Bize ait bir hatadan dolayı virüsü veya yarasayı düşman ilan etmemiz, asıl düşmanı göz ardı etmemizden başka işe yaramaz.”
Bir mümin olarak her sorunun, yaşanmış ve yaşanacak her felaketin, yıkım ve musibetin ilahi adalet ile, dolayısıyla din ile ilişkisinin olduğuna inanıyorum. Adaletsizliklerimizin, merhametsizliğimizin, vicdansızlığımızın, duyarsızlığımızın, cehaletimizin, cehalette ısrar ve inadın, nankörlük, hırs ve azgınlığımızın, yozlaşmamızın her felakette payı olduğuna da inanıyorum.
Din, felaket gelmeden veya geldikten sonra kendimizle, yaşadıklarımızla, yaptıklarımızla yüzleşmemizi, ibret almayı, ders çıkarmayı emreder ve yapmamak üzere tövbe ve istiğfar etmemizi öğütler. Felaketler karşısında ahlaklı duruş sergilemeyi, yardımlaşma ve dayanışma içinde olmayı, duyarlı ve sorumlu davranmayı, merhamet ve fedakârlık göstermeyi tavsiye eder. Yaşanmakta olan korona virüs felaketini de bu çerçevede değerlendiriyorum.
Bu bağlamda söyleyeceğim; ölümden korkmayalım ancak hem kendimizin, yakınlarımızın, hem de başkalarının ölümüne sebep olmaktan korkalım, bu konuda bir ihmalin veya sorumsuzluğun Allah katında da büyük bir vebal olduğunu bilelim.
Ayrıca “Yaşlı hastalığı” olarak 65 yaş ve üstünü ayrıştırmak, dışlamak, yalnızlığa, belki de ölüme mahkûm etmek elbette sorgulanması gereken bir anlayıştır. Bize düşen merhametimizi eksiltmemektir.
Bu virüsün, insanlık için yeni farkındalıklara, kaybettiğimiz aile ve sıla-i rahim ilişkilerinin yeniden kurulmasına, uydurulmuş dinden, diyanetten, ecdad dininden, din adamlarından ve onların oluşturduğu karanlıktan uzaklaştırıp Allah’ın dinini, Kur’an’ı ve Resul-ü Ekrem’i doğru anlamaya yöneltmesini diliyorum.
Peki, bu virüsün Diyanet ile ilişkisi nedir?
Dikkatimi çeken, özellikle son on yılda her alanda olduğu gibi, korona virüsü salgını ile ilgili de neredeyse sağlık ekipleri, doktorlar ve Sağlık Bakanı kadar Diyanet ve din adamlarının gündemi gereksiz meşgul etmesidir.! Endişelerimi, korkularımı sizlerle paylaşmak ve dikkatinizi bu konuya çekmek istedim. İktidar desteğinde Diyanetin ve din adamlarının dua ve ayinlerle doktorların ve hastalığın önüne geçerek işleri daha karmaşık hale getirmesi gerçekten trajikomik ve patolojik bir durumdur.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın eski bir görevlisi ve çalışanı olarak Diyanet’in bugünkü tutum ve uygulamalarından utanç duyduğumu ifade etmeliyim. Oysa kuruluşundan itibaren çok sayıda ilim adamı, saygın müftü, vaiz, İmam hatip ve müezzinin görev yaptığı, ihlas ve samimiyetle toplumsal kesimlerle manevi bağlar kurduğu bir kamu kurumudur. Gelinen noktada, bu kadar saygın insanın aziz hatıralarına da saygısızlık yapıldığı ve itibarlarıyla oynanmakta olduğunu düşünüyorum.
Kuşkusuz, Uzak Doğu tapınaklarında, Havra ve Kiliselerde durum bizden farklı değildir ancak onlarda, özellikle Batı dünyasında din adamları, belirlenmiş sınırlar içerisinde faaliyet ve etkinliklerini sürdürmektedirler. Bizde ise politika ile iç içe şekillenmiş bir Diyanet ve aynı merkezden nemalanan din adamları, sınırlarını ve hadlerini aşarak “her aşa maydanoz olma” misali, her soruna politik ve dinsel karışımla oluşan “dinbazlık” sosu ile dâhil olmaktadırlar.
Diyanet İşleri Başkanlığı bir din kurumu değil, yasalarla kurulmuş bir devlet kuruluşudur. Dini temsil etmez, din adına hüküm vermez, sadece yasaların belirlediği sınırlar içinde görevini ifa eder. Bugün itibariyle dinin ve devletin sınırlarını aşmakla kalmayıp Saray’dan aldığı destekle kanun ve yasa tanımayan korsan bir kuruluşa dönüştüğünü söylemek yanlış mıdır? Devasa bütçesi ve 135 bin personeliyle hem devleti hem de toplumu etkisi altına aldığı, hem devlet hem toplum için korona virüsünden çok daha tehlikeli ve yıkıcı bir görüntü verdiği yeterince açık değil midir? Diyanetin, sağlık ekiplerine, toplumsal duyarlılığın oluşmasına yardımcı olmak yerine, yönlendirici ve müdahaleci bir rol alması, karanlık çağın en önemli tezahürü değil de nedir?
Diyanetin ve din adamlarının devlet desteğinde bu kadar etkin ve belirleyici olması karşısında, Batının Ortaçağ karanlığı zihnimde canlanıyor, ülkemiz ve insanımızın geleceği hakkında karamsar hayallere dalıyorum. Bu Zulmet’ten Nur’a, bu karanlıktan aydınlığa çıkış yolunu düşünürken çaresizlikten sinir krizleri geçirdiğimi itiraf etmeliyim..!
Bir ülke, devlet ve toplum olarak nasıl olur da, karanlık çağın bir örneğini 21. yüzyılda yaşayabilir? Üniversiteler ve bilimsel kurumlar dâhil, nasıl olur da hayatımızın her alanına din adamları ve diyanet ile müdahale edilmektedir? Allah’ın dininin devlet eliyle Diyanet ve din adamları marifetiyle bu kadar istismar edildiği bir dönemi hatırlayan var mı? Bu karanlık tablo karşısında akıl tutulması yaşamamak mümkün müdür? Aklın olmadığı yerde ne din olur, ne de bilim!
İslam asla bu değildir. Kişisel olarak gidişattan kaygı ve endişe, Müslüman olarak da bunlardan utanç duyduğumu ifade etmek istiyorum. Çünkü "İnsan akıl ve bilgi varlığıdır; din adına aklı ve bilimi itibarsızlaştırmaya kalkışmak din istismarını, ezilmişliği, cehaleti teşvik etmektir."
İslam, insanın fıtratına, akl-ı selime hitap eder. Hastalıklı zihinlerle, akledemeyen yığınlarla ileriye, yeniliğe yol alınmaz, tersine geriye, ilkelliğe, cehalete, kaosa, karanlığa evirildikçe evrilir. Bu kötü gidişe ‘dur!’ diyebilecek münevver ulemamız, ilim-irfan ve hikmet ehlimiz, aydın entelektüellerimiz, feraset sahibi ve akl-ı selim siyaset adamlarımız, duyarlı insanlarımız nerede? Dinbazların elinde helak mi olacağız?
“İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helâk eder misin, Allah’ım?” (A’râf/6:155)
Akif’in ifadesiyle noktalayalım;
Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!
Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun!
'Yandık! 'diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!
Abdulbaki Erdoğmuş