Devlet Politikası Olarak YOKSULLUK!

Depremler, kuraklık, sel gibi doğal afetler, küresel kıtlıklar, dünya savaşları, bölgesel savaşlar veya iç savaşlar gibi nedenlerle ülke ekonomisinin zarar görmesiyle toplumsal yoksulluk oluşabilir. Bunun doğal sonucu olarak da toplumlar olumsuz etkilenir ve yoksulluğa mahkûm olabilirler.

Kuşkusuz bu tür yoksulluk, yanlış politikalar ve isabetsiz kararlar sonucu olsa da, yöneticilerin siyasal sömürü gerekçesiyle planladıkları bir durum değildir. Sözünü ettiğim yoksulluk; bilinçli, planlı, maksatlı ve programlı olarak öngörülmüş politikalar sonucudur.

Daha açık bir ifade ile Yoksulluk, bazı ülkelerde devlet politikası olarak uygulanmaktadır. Bu sayede yoksullar iş-aş-ekmek-geçim derdine düşerek özgürlük ve hak taleplerini unutur veya geri bırakırlar. Böylece insan hakları alanından da uzaklaşmış ve dışlanmış olurlar.

Bu bağlamda değerlendirildiğinde, Türkiye örneğinde olduğu gibi günümüzde uygulanan politikaların yoksulluk oluşturduğunu söylemek mümkündür.

Her kesimden halkın büyük çoğunluğunun hak ve özgürlüklerden mahrum bırakılması, iktidar ve kamusal gücü elinde bulunduranları sınırlayacak ve denetleyecek hukuk mekanizmalarının olmaması, yetkilerin ve bütün bağlayıcı kararların tek elde toplanması biçimimde ortaya çıkan yönetim sistemi ancak sistemden beslenen haramzedelerle yoksul kitlelerin itaati ve desteği ile mümkün olur.

Yoksulluk ne kadar genişler ve yayılırsa, otoriter ve totaliter yönetimlerin ömürlerinin de daha çok süreceğine inanılmaktadır. Gerçekten de yoksulluğu kader edinmiş bir kitleyi değiştirmek, özgürleştirmek hiç de kolay değildir,

Oysa yoksulluk bir kader/yazgı değildir. Hırsızların, yağmacıların, hazine soyguncularının, müsrif yöneticilerin, devlet-siyaset-kamu üzerinden mal-mülk edinenlerin ve işbirlikçi din bezirgânlarının birlikte oluşturdukları bir sömürü düzenidir.

Hiç kuşku yok ki Yoksulluk, doğa-kamu ve emek hırsızlarının din tacirleriyle birlikte oluşturdukları sömürü düzeninin bir sonucudur. Bunu kadere bağlamak, hele İslam ile bir bağını kurmak bu sömürü düzeninin bir oyunudur.

Yoksulların din, kader, ezan, bayrak, devlet, millet, vatan gibi hamasi gerekçelerle iktidara destek olmaları, sömürü düzenine teslim olmaları, iman, ahlak ve insanlık açısından sorunlu ve patolojik bir vaka olsa gerek!

İslam; iktidar, güç, devlet ve zenginliğe esir olmayı iman ve insanlık onuruna yakıştırmadığı gibi cehaleti ve yoksulluğu da iman ve insanlık onuruyla bağdaştırmaz!

Elbette yoksul olmak onursuzluk değildir. İnsanlar kendi tercihleriyle ve inançlarının gereği olarak da yoksul kalabilirler. Ancak yoksulluğu kadere veya İslam’a bağlayıp benimsemek, doyumsuz servet avcılarını, makam düşkünlerini temize çıkarmaktır. Buna hizmet etmek de, en az sömürenler kadar kirli olmak ve kirli düzeni korumaktır.

Sömürenlerin Müslüman olması bu gerçeği değiştirmez. Bu kesimlerin namazı, orucu, ibadetleri aldatıcıdır. Bir ülkeyi yağmalayanların, kendileri mal-mülk biriktirirken halkı yoksullaştıranların, halkı soyanların, hesap gününün sahibi Adil ve Rabbu’l- Alemin olan Allah’a inanıyor olamazlar.

Yoksulun, çocuğuna bir tableti alamadığı bir ülkede, kamu kaynaklarıyla, devlet imkânlarıyla çocuklarını yurt dışında en iyi okullarda okutanların hesap gününe inandıklarını var saymak aldatılmaktır, en basit ifadeyle saflıktır, zavallılıktır.

Yoksulların çarşı pazarda çürümüş meyve, sebze topladıkları, çöp konteynırlarından yemek artıkları ve ekmek kırıntıları topladıkları bir ülkede, kamu kaynaklarıyla, talan ve yağma ile elde edilen servetle Firavun-Karun ve Belam sofraları kuran yöneticilerin hurma ile açlığını gideren Hz Muhammed’e (s.a.s) inanıyor olamazlar!

Dünün çulsuzlarının siyaset ve kamu imkânlarıyla elde ettikleri servet ile inşa ettikleri; camileri, Kur’an Kursları, medreseleri, yaptıkları bağışları, infak, ihsan, zekât, sadaka vb gibi riyakâr faaliyetleri “hayır-hasenat”  olarak tanımlamak Kur’an ve İslam’a hakarettir! İslam Peygamber’ine iftiradır.

Yağma, talan, din ve emek sömürüsü üzerine kurulmuş bir düzen var. Bu düzenbazların hiç biri ahirette kurulacak mizana inanıyor olamaz!

Kul hakkı yiyenler, insan haklarını yok sayanlar-ihlal edenler, özel veya kamuya ait taşınır-taşınmaz mallara el koyanlar, kentleri, ormanları, sahilleri, sit alanlarını, mer’a ve hazine arazilerini işgal edenler Hakk’a, Hakikate, Din Günü’ne inanıyor olamazlar!

Bu faaliyetler içinde olan haramzedeler kadar bunlara ayin ve dualarla, vaaz ve hutbelerle destek olanlar, yandaş ve yoldaş olanlar, özellikle de tabanı oluşturan yoksul ve yoksullaşan kesimler, bu büyük vebalin ortakları ve sorumlularıdırlar.

Söz konusu dinbaz ve düzenbaz sömürü sistemi karşısında susmak, tepkisiz ve duyarsız kalmak hiçbirimizin sorumluluğunu ortadan kaldırmayacaktır.!

Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın şu tespiti oldukça önemlidir:

“Bundan 50 yıl sonra tarih:

Ne devlet, ne ekonomi, ne de yönetim bilgisi olan bir adamın, çevresine topladığı şakşakçılar ile oynadığı Osmanlıcılık oyunu ve saraylarda yaşama sevdasının bir memleketi nasıl batırdığını ve bir halkın bunu nasıl seyrettiğini yazacak.”

Abdulbaki Erdoğmuş