İTİRAFÇI BEYANLARINA HANGİ ŞARTLARDA İTİBAR EDİLEBİLİR?

MADDİ GERÇEK  

Ceza yargılamasının temel amacı “maddî gerçeği” ortaya çıkartmaktır. Maddi gerçek; görülen, duyulan, dokunulan kısaca beş duyu ile maddi varlığı bilinen ve tespit edilen gerçektir. Aslında nihai hedef “mutlak gerçeğe” ulaşmaktır. Ancak, beş duyusu olan ve bunları da sınırlı şekilde kullanabilen insanoğlu için mutlak gerçeği bulmak her zaman mümkün değildir. Bu nedenle, ceza muhakemesinde en azından “maddi gerçeği” bulup ona göre karar vermek hem zorunluluk hem de bir sorumluluktur. Zamanla, ortaya çıkan maddi gerçeğin bile yanlış olabileceğini gösteren çok sayıda örnekte mevcuttur. Mesela ABD’de yapılan bir araştırmada; son yüzyıl içinde infaz edilen idam cezalarına dair dosyalar, sonradan gelişen teknoloji ile (parmak izi, DNA, kan, sperm testleri gibi yeni ve bilimsel delillerle) tekrar ele alınmış ve pek çok masum kişinin haksız yere idam edildiği anlaşılmıştır.

Maddi gerçeği bulmakla yükümlü olan ceza hakimleri ise çoğu zaman sadece “görünen gerçek” ile karar verir. Şu an Türkiye’de yapılan yargılamalarda ise; görünen gerçeği bile araştırma zahmetine girilmeden “varsayılan gerçek” veya “iddia edilen gerçek” ile hükümler verilmektedir. Mutlak gerçek, maddi gerçek, görünen gerçek, şekli gerçek, iddia edilen gerçek, varsayılan gerçek..… Ceza yargılamasında bu gerçeklerden her birine bir şekilde ulaşılabilir, ancak maddi gerçeğin altında kalan her basamak adaleti sağlamaktan uzaktır. Bundan daha kötüsü ise, son yıllarda mahkemelerimizde “gerçek” sözünün bir kenara bırakılıp, “edinilen izlenim”, “ulaşılan kanaat” ve “varsayılan şüphe” gibi ifadelerin öne plana çıkmış olmasıdır.

MADDİ GERÇEĞİ BULMA YÜKÜMLÜLÜĞÜ 

Medeni muhakemede yargıç, şekli gerçekle yetinir ve şekli gerçeği ispat tarafların yükümlülüğündedir. Ceza muhakemesinde ise şüphelinin hiçbir ispat yükümlülüğü yoktur. Ne suçlu olduğunu ikrar eden sanık suçunu; ne de masum olduğunu iddia eden sanık masumiyetini ispat etmek zorundadır. Zira kural masumiyettir. İspat edilmek zorunda olunan şey suçluluktur. Suçluluğu ispat konusunda iddia makamının yanında mağdur, şikâyetçi, malen sorumlu ve katılan birlikte çalışsa da, bu konuda asıl yükümlülük mahkemeye aittir. Çünkü maddi gerçeği bulmakla sorumlu olan kişi hâkimdir. Maddi gerçek ortaya çıkarılamazsa suçluluk da ispatlanamamış demektir. Yani “mahkûmiyet” sadece maddi gerçeğin karşılığıdır, bunun dışındaki her ihtimal beraatı gerektirir.     

MADDİ GERÇEĞE ULAŞMA ARACI OLARAK DELİL

Delil serbestisi

Ceza muhakemesinde amaç maddi gerçeği bulmak olduğundan, “delil serbestisi” ilkesi kabul edilmiştir. Yani her şey delil olarak kullanılabilir. Bunun tek istisnası delil yasaklarıdır. Hukuk devleti olmanın gereği olarak hukuka uygun elde edilmeyen şeyler delil olamaz. Bir şeyin delil olarak kabul edilmesiyle ilgili önemli husus ta; delilin bizzat o suçla ilgili olmasıdır. Somut olaya ilişkin olmayan ve o suçun unsurlarını göstermeyen şeyler delil değildir. Yargıtay Ceza Genel Kurulu (CGK) kararlarında da delilin olayı temsil edici ve kanıtlayıcı olması gerektiği vurgulanmıştır. Örneğin bir hırsızlık dosyasında şüphelinin aynı mahallede 10 eve daha girdiğine dair ifadeler bu hırsızlık suçunun beyan delili değildir. Çünkü bu beyanlar hırsızlık suçunun unsurlarını göstermez. Zira şüpheli, diğer 10 evi soymuş ama bu evi soymamış olabilir. Bu beyanlar sadece hâkime sanığın kişiliği hakkında bir kanaat verebilir. Delil vasfını kazanacak olan şey somut olaya ilişkin, yani şüphelinin bizzat bu evi soyduğunu gösteren hususlardır.

Deliller çeşitli şekillerde kategori edilir. Doğrudan / dolaylı; duyuma bağlı/ görgüye dayalı; beyan / belge / belirti veya sözlü / maddi delil olarak gruplandırılır. 

Beyan delili ilgili kişilerin ifadeleridir. Maddi delil ise kira akdi, çek, DNA testi, kan ve parmak izi gibi delillerdir. Örneğin bir cinayeti gören kişinin ifadesi görgüye dayalı ve doğrudan bir beyan delilidir. Ancak bu cinayeti gören birinden duyduğunu anlatan kişinin ifadesi duyuma dayalı ve dolaylı bir beyan delilidir.   

Delilin ispat gücü  

Ceza yargılamasında nelerin delil olarak kullanılabileceği ne kadar önemli ise o delilin ispat gücü de bir o kadar önemlidir. Çünkü her delilin ispat gücü aynı değildir ve her delile aynı değerde itibar edilemez ve güvenilemez. Örneğin, beyan delilinin ispat gücünün zayıf olduğu kabul edilir. Çünkü beyan delili insan odaklıdır, sübjektiftir, görecelidir, yanılabilir veya taraf tutabilir. Maddi delil ise elle tutulan, gözle görülen, objektif, bilimsel ve herkesçe kabul gören delildir ve bu nedenle en güvenilir olanıdır. Bir delilin ispat gücü, maddi gerçeği ne kadar temsil ettiği ile doğru orantılıdır. Bu nedenle maddi gerçeği gösteren yegâne deliller maddi deliller olarak kabul edilir.

BEYAN DELİLİ

Bir ifadenin “beyan delili” olarak kabul edilmesi, yasalarda belirlenen usule göre elde edilmesine bağlıdır. Bu usule uyulmadan, örneğin yetkili olmayan kişilerce alınan ifadeler beyan delili değil, ancak belirti delili olarak kabul edilebilir. Burada özellikle üzerinde durulması gereken husus, CMK’nın 148. maddesinde belirtilen yasak usullerle elde edilmiş olan ifadelerin özgür irade ve rıza ile verilmiş olsa dahi hiçbir şekilde delil olarak kullanılamamasıdır.

CGK kararlarında vurgulandığı üzere, beyan delilinin hukuka uygun olarak elde edilmesi yanında, ayrıca gerçeğe uygun, olayı temsil edici ve akılcı olması da aranır. 

Beyan delili de kendi içinde şüpheli/sanık beyanı, tanık beyanı, diğer taraf beyanı (katılan, malen sorumlu vb) olarak üçe ayrılır. Beyan delili içinde en itibarlı kabul edileni tarafsız/kamu tanığı beyanıdır. En az itibarlı olan da şüpheli/sanık beyanıdır. Sanık, kendisine atfedilen eylemleri gerçekleştirmişse yani suçlu ise maddi gerçeği en iyi bilen kişidir. Ancak, sanığın tanıklardan farklı olarak yalan söyleme ve kendini cezadan kurtarma hakkı bulunduğundan, sanıktan maddi gerçeği öğrenmek her zaman mümkün olmaz. Masum olan sanığın da değişik saiklerle, örneğin menfaat, başkasını kurtarma, kendini suçlu sanma veya pişmanlıktan faydalanma gibi gerekçelerle maddi gerçeği gizlemesi mümkündür.

Sanık beyanı, ikrar veya inkar şeklinde olabilir. İkrar, sanığın kendi veya başkaları aleyhine verdiği ifadedir ve ceza yargılamasında hâkimler için sığınılacak bir liman gibidir. Oysa yukarıda açıklandığı gibi, suçlu olsun, masum olsun sanığın maddi gerçeği saklamak için pek çok nedeni olabilir. İnkâr ise aslında yasalarca sanığa tanınan bir haktır, sanığın suçunu inkâr ve yalan söyleme hakkı vardır. Yalan ifade veren bir şahit cezalandırılır ancak yalan söylediği için sanığa ceza verilemez. 

BEYAN DELİLİNİN DESTEKLENMESİ

Maddi delillerin tek başına ispat gücü bulunduğu halde, beyan delili sübjektif, göreceli, yanılgılı veya taraflı olabileceğinden tek başına ispat için yeterli değildir. Bu nedenle, mutlaka yan delille desteklenmelidir. Yargıtay beyan delili için özellikle de sanığın ikrarının hükme esas alınabilmesi için serbest irade ürünü olması, hâkim huzurunda yapılması ve kovuşturma aşamasında geri alınmaması gibi kıstaslar yanında, yan delillerle de doğrulanması gerektiğini belirtmektedir. CMK’nın sanığın sorgusuna ilişkin madde gerekçesinde de ikrar için; “dolaylı bir ispat gücüne sahiptir ve başka delillerle bütünleşmeden tek başına ispat bakımından yeterli olmaz” denilmiştir. Yani beyan delilinin hükme esas alınabilmesi için bir yan delille özellikle maddi delille desteklenmesi gerekir. 

Sanık kendi aleyhine beyanda bulunabileceği gibi başkaları aleyhine de beyanda bulunabilir. Bu sanıklara itirafçı, bu ifadelere de itirafçı beyanı denir. İtirafçı ifadeleri de bir beyan delilidir. Ancak beyan delilleri içinde güven sıralamasında en alt grupta bulunur.

Tarafsız tanık olarak kabul edilen kişiler, yargılamanın sonucundan hiçbir şekilde etkilenmeyen, olayla ilgisi olmayan, sanık veya mağdurla bağlantısı bulunmayan kişilerdir. Oysa sanık ve mağdur verilecek karardan bizzat etkilenecek kişilerdir ve bu nedenle beyanlarına daha az itibar edilir. İtirafçı sanık ise bunun da altındadır. Çünkü kendisi de sanıktır ve başkaları aleyhine vereceği ifadeler sonucunda hiç ceza almama veya daha az ceza alma durumu vardır. Hatta bazı suçlarda olduğu gibi ödül alma hakkına bile sahiptir. Bu nedenle itirafçı beyanları en güvenilmez beyanlardır.  

Özellikle “ikrar” dediğimiz sanığın kendi aleyhine verdiği ifade ile “itirafçı beyanı” dediğimiz etkin pişmanlıktan yararlanmak isteyen sanığın başkaları aleyhine verdiği ifadeler yan delillerle mutlaka desteklenmeli ve doğrulanmalıdır. Örgütlü suçlardaki etkin pişmanlığı düzenleyen TCK’nın 221. maddesinden faydalanma arzusunda olan sanık beyanları üzerinde daha titiz durulmalıdır. Çünkü diğer suçlardaki pişmanlık düzenlemelerinden farklı olarak TCK’nın 221. maddesi, “kendini cezadan kurtarabilmenin tek koşulu başkalarının ceza almasını sağlamaktır” şeklinde yorumlanıp uygulanmakta ve “isim ver kurtul” şeklinde lanse edilmektedir. Bu madde sanıklara “otobandan önce son çıkış” gibi gösterildiğinden, örgüt suçlarında ikrar veya itirafçı beyanları hükme esas alınırken daha dikkatli davranılmalıdır. Sanığın kendi aleyhine verdiği beyanın dahi doğrulanması gerekirken, başkaları aleyhine verilen beyanlarla ilgili daha titiz davranılması gerektiği izahtan varestedir. Yargıtay 16. Ceza Dairesi de konuyla ilgili verdiği bir kararında, itirafçı sanık olup tanık sıfatı ile dinlenen, etkin pişmanlıktan yararlanmak için sanık aleyhine beyanda bulunma hususunda hukuki menfaati olan (...) isimli kişinin anlatımı tek başına hükme esas alınamaz demiştir (Yargıtay 16. Ceza Dairesinin 12/9/2018 tarih, 201/2944 esas ve 2018/2741 karar sayılı kararı).

Kısaca, maddi gerçeği ortaya çıkarmakla yükümlü olan ceza hâkimi, muhakemeye katılanların iddiaları veya sanığın itirafı ile bağlı olmayıp “beyan” delilinin mutlaka yan delillerle desteklenmesini aramalıdır ve Yargıtay’ın da bu hususa ilişkin istikrar kazanmış pek çok kararı vardır. 

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’de konuyla ilgili verdiği bir kararında şöyle demiştir; "…mevcut olayda başvurucu aleyhindeki iddialar tek bir kaynaktan, yani başvurucunun mafya türü bir örgütün mali işlerine baktığını dolaylı bir biçimde öğrendiğini 1992’de söylemiş olan bir itirafçının anlattıklarından doğmaktadır. Yetkililere göre Mayıs 1992’de söz konusu itirafçının ifadelerinin genel olarak inandırıcılığı ve güvenirliği dikkate alındığında, başvurucunun tutuklu kalması için yeterli bir delil oluşturmuştur. Mahkeme, İtalyan yetkililerinin Mafya ile mücadelesinde itirafçıların işbirliğinin çok önemli bir silah olduğunun farkındadır. Ne var ki, itirafçılar tarafından verilen ifadelerin kullanılması zor problemler de doğurmaktadır; çünkü bu tür ifadeler, nitelikleri gereği manüpilasyona açık olup, İtalyan hukukunun itirafçılara tanıdığı avantajları elde etmek amacıyla veya kişisel intikam duygularıyla verilmiş de olabilirler.Bu tür ifadelerin bazen muğlak olabileceği ve bir kimsenin alakasız değilse bile doğrulanmamış iddialara dayanılarak sanık durumuna sokulabilme ve gözaltına alınabilme riski hafife alınamaz. Bu nedenle, ulusal mahkemelerin de kabul ettiği gibi, itirafçıların ifadelerinin başka delillerle desteklenmesi zorunludur. Ayrıca, bir duyum, mutlaka objektif delillerle desteklenmelidir" (AİHM’in Labita/İtalya Kararı, B.No: 26772/95, 06/4/2000, P.156 vd.).

Burada, hâkimlerin bu hususta yaptığı bazı yanlışlara da değinilmesinde fayda vardır.

1.YANLIŞ: Yargıtay’ın aradığı yan delil başka bir beyan delili değildir. Yani bir beyan delili başka bir beyan delili ile desteklenemez. Bu anlayış “iki yalancı şahit insanı ipe götürür” sözünün hayata geçirilmesi anlamına gelir ve hukuk sistemi oturmamış ülkelerde sıradan bir uygulamaya dönüşür. Yargıtay’ın vurguladığı yan delil, “belge veya belirti” delili denilen maddi delildir. Yani beyan delili mutlaka maddi bir delille doğrulanmalıdır. Örneğin, A şahsı için 5 ayrı kişi örgüt mensubudur şeklinde ifade verse yeterli olmaz. Çünkü bu ifadeler de beyan delilidir ve soyut beyanlarla mahkumiyet hükmü verilemez. Bu beyanları somutlaştıracak olan şey maddi delillerdir.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu, sanığın sonradan geri aldığı, baskı sonucu verdiğini söylediği, MADDİ DELİLLERLE DESTEKLENMEYEN, olay tutanağı ve tanık beyanları ile çelişkili olan karakoldaki ifadesine dayanılarak cezalandırılmasını hukuka aykırı bulmuş ve beyan delilinin mutlaka maddi delillerle desteklenmesi gerektiğini belirtmiştir (Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 17/12/1996 tarih ve 10-275/288 sayılı kararı). Oysa mevcut yargılamalarda ve özellikle FETÖ/PDY davalarında verilen ifadelerin bırakın maddi delille desteklenmesi, başka ifadelerle desteklenmesine bile gerek duyulmamakta ve tek bir kişinin soyut beyanı delil kabul edilerek mahkûmiyet kararları verilmektedir.

2. YANLIŞ: Sanığa atılı suçun unsurlarını göstermeyen pek çok şeyin delil olarak kabul edilmesidir. Yukarıda verilen örnekte olduğu gibi, sanığın diğer 10 evde de hırsızlık yaptığına dair beyanlar dosyadaki hırsızlık suçunun kanıtı değildir. Ancak, genellikle hâkimler yanlış olarak bunu bir karine ve yan delil olarak kabul edip, sanığı mahkûm etmektedirler. Benzer yanlışlar FETÖ/PDY dosyalarında da yapılmakta ve cemaatle bağlantılı bir kurumda çalışmak, bankada hesabı bulunmak, çocuğunu okula göndermek, gazeteye abone olmak, sohbet grubuna katılmak ya da öğrencilere burs vermek gibi faaliyetler terör örgütü üyeliğinin asli veya yan delili olarak kabul edilmektedir. Fakat yukarıda değinildiği üzere, bir şeyin delil olarak kabulü, doğrudan somut olayı ve suçun unsurlarını göstermesine bağlıdır. 

Terör örgütü üyeliği suçunun en önemli unsuru; şüphelinin bu cemaatin nihai amacını (hükümeti devirme) ve kullanacağı yöntemi, yani bu amaca silah, cebir ve şiddet kullanarak uluşacağını bilmesi, istemesi ve bu amaçla hiyerarşik yapıya dâhil olmasıdır. Resmi olarak faaliyet yürüten bir bankaya para yatırmak bu suçun unsurunu gösteren bir delil değildir. Bırakın doğrudan olmayı, dolaylı bir delil bile değildir. Bu değerlendirme bizi nasıl ki “diğer 10 evi bu sanık soyduysa bu evi de o soymuştur” gibi yanlış bir sonuca götürürse; “bankada hesabı var, gazeteye abone olmuş, çocuğu okula gitmiş o halde terör örgütü üyesidir” gibi yanlış bir sonuca da götürecektir.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararlarında da belirtildiği gibi delilin olayı temsil edici ve kanıtlayıcı olması gerekir. Silahlı terör örgütüne üye olma suçunun maddi ve manevi unsurları bellidir. Bu unsurları kanıtlayıcı olmayan bu tür yasal faaliyetler suç delili olamaz.    

3. YANLIŞ: Beyan delilinin bölünmesi konusunda yapılan yanlıştır. Beyan delili bölünebilir. Ancak, mevcut durum itibariyle, bir itirafçı 50 kişi hakkında iddialarda bulunmuş ve birinde isabet etmişse, bu itirafçı doğru söylüyor denilerek diğer 49 kişi hakkındaki iddialar da doğru kabul edilmektedir. Yani beyan bölünmeden tümüyle doğru varsayılmaktadır.

Yargıtay Ceza Genel Kurulu konuyla ilgili verdiği bir kararında: “sanığın beyanı, ikrar şeklinde diğer bir deyişle kendi aleyhine olabileceği gibi bir başkası aleyhine de veya hem ikrar hem de başkalarının da birlikte olduğunu beyan şeklinde olabilir. Ancak bu beyan mahkûmiyet için tek başına yeterli değildir. Bu itibarla sanık N'nin DİĞER SANIĞI DA SUÇLAYAN, ANCAK BU SANIK YÖNÜNDEN YETERLİ VE GEÇERLİ DİĞER DELİLLERLE DESTEKLENMEYEN BEYANLARININ ANCAK KENDİSİ YÖNÜNDEN BAĞLAYICI OLDUĞUNU KABULDE ZORUNLULUK BULUNMAKLA, cezalandırılması için yeterli ve inandırıcı deliller elde edilemeyen sanık S'nin müsnet suçlardan beraatına karar verilmelidir” demiştir (Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 26/05/1998 tarih, 1998/1-110 esas ve 1998/181 sayılı kararı).

Bu kararda CGK, sanık N’nin kendi aleyhine verdiği beyanın diğer delillerle doğrulanması nedeniyle mahkûmiyetine, ancak diğer sanık aleyhine verdiği BEYANIN BAŞKA DELİLLER İLE DOĞRULANMAMASI NEDENİYLE o sanığın beraatına karar verilmesi gerektiğini belirtmiştir ve bu karar beyan delilinin bölünebileceğinin göstergesidir. Karara göre, beyan delilinin maddi delil ile doğrulanan kısmına itibar edilmeli, doğrulanmayan kısmı ise dikkate alınmamalıdır.

Somut bir örnekle toparlarsak; FETÖ/PDY davalarında itirafçı olup onlarca kişinin ismini vererek “sohbete geliyordu, cemaatçi olduğunu biliyorum, beraber yurtdışına cemaatin okulunu gezmeye gitmiştik, kurbanda benden cemaat adına kurban istemişti, fakir öğrencilere benden burs erzak talep etmişti, cemaatin evinde beraber kalmıştık …” diyen bir kişinin bu ifadeleri acaba mahkûmiyet için tek başına delil olabilir mi?

Öncelikle bu ifade bir beyan delili olarak kabul edilecekse maddi delille, yani yurt dışına gitme iddiası uçak bileti ve pasaport kaydıyla, burs verme iddiası makbuzla ve cemaat evinde kalma iddiası da video ve resim gibi görsellerle desteklenmeli, ifadenin maddi delille desteklenen kısmına itibar edilmeli, desteklenmeyen, örneğin “sohbete geliyordu” gibi soyut kısımları ise dikkate alınmamalıdır. Daha sonra da, bu beyanın maddi delil ile desteklenen kısımlarının (yurtdışına gitme, burs verme ve cemaat evinde kalma) terör örgütü üyeliği suçunun kanıtı olup olmayacağına bakılmalıdır. 

FETÖ/PDY denilen yapılanmanın nihai amacının hükümeti bir darbe ile yıkmak olduğu kabul ediliyorsa; bu örgütün mensupları da bu amacı bilen ve isteyen kişilerdir. Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin de kabul ettiği gibi (Yargıtay 16. Ceza Dairesinin 24/4/2017 T., 2015/3 E., 2017/3 K. sayılı kararı), BU AMAÇ 15 TEMMUZ 2016 YA KADAR GİZLİ İKEN O TARİHTE AÇIĞA ÇIKTI İSE, BU TARİHTEN ÖNCE BURS VERMEK VE GEZİYE KATILMAK GİBİ FAALİYETLER CEMAATİN GİZLİ AMACININ BİLİNDİĞİNİ GÖSTEREN DELİLLER OLARAK KABUL EDİLEMEZ. BU FAALİYETLERİN, HÜKÜMETİ YIKMA AMACI BULUNAN BİR ÖRGÜTTE VE BU AMAÇ BİLİNEREK YAPILMASI, YANİ BURS VEREN VE GEZİYE KATILAN BİR KİŞİNİN; BU BURSUN VE GEZİNİN HÜKÜMETİ DEVİRMEYE YÖNELİK BİR FAALİYETTE ÖRGÜT ADINA KULLANILABİLECEĞİNİ BİLEREK VE İSTEYEREK YAPMASI VE BUNLARIN HÜKÜMETİ YIKMA AMACIYLA YAPILDIĞININ DA MADDİ DELİLLERLE İSPATI GEREKİR. Oysa bu tür ifadeleri veren itirafçılar dahi bu yapılanmanın bir terör örgütü olduğundan habersiz olduklarını ve tüm bunları bir cemaat faaliyeti olarak bildikleri söylemekteyken, aleyhine ifade verdikleri kişilerin bunları terör faaliyeti kapsamında yaptıklarını kabul etmek akla, mantığa ve hukuka aykırıdır. 

Kısaca, aleyhine itirafçı beyanı olan kişinin terör örgütü mensubu olarak kabulü, BU KİŞİNİN ÖRGÜTÜN GERÇEK AMACINI, YANİ HÜKÜMETİ DARBE İLE YIKMAK OLDUĞUNU BİLDİĞİNİ VE İSTEDİĞİNİ GÖSTEREN DELİLLERLE DESTEKLENMESİNE BAĞLIDIR. Bunun dışında gösterilen, ancak zamanında yasal faaliyet olan bankada hesap açma, sendika üyeliği, çocuğunu okula gönderme, bir iletişim programını kullanma, gazete aboneliği ve burs verme gibi FAALİYETLER İTİRAFÇI BEYANINI DESTEKLEYİCİ YAN DELİL OLAMAZ. Eğer bu hususlar delil olarak kabul edilecekse, kişinin bu faaliyetlerde, örgütün gerçek amacını bildiği ve bu amacı desteklediği için bulunduğu her türlü şüpheden uzak somut delillerle ispatlanmalı ve bu ispat da varsayımlara dayanmamalıdır. Mevcut yargılamalarda ise bu hususlarla, yani SUÇUN MANEVİ UNSURUNUN (ÖRGÜTÜN GERÇEK AMACINI BİLME VE İSTEME) GERÇEKLEŞİP GERÇEKLEŞMEDİĞİYLE İLGİLİ HİÇBİR ARAŞTIRMA YAPILMAMAKTA, ZAMANINDA YASAL KABUL EDİLEN FAALİYETLER SUÇ VE CEZALARIN GERİYE YÜRÜMEZLİĞİ İLKESİNE AYKIRI OLARAK İTİRAFÇI BEYANLARINI DESTEKLEYİCİ DELİL KABUL EDİLMEKTE ve “eğer çocuğunu okula gönderiyorsa darbeyi biliyordur” ya da “hâkim-savcıysa konumu gereği darbeyi bilebilecek durumdadır” veya “gazete abonesiyse darbeden de haberdardır” gibi varsayımlara dayalı olarak kişilere ağır cezalar verilmektedir.

ACABA MAHKEMELER BU BÜYÜK HATALARI NEDEN YAPIYORLAR?

Aslında mahkemelerin yaptığı bu hatanın nedeni çok basittir. Terör suçlarına bakan hâkimlerin bir kısmı yeni ve tecrübesizdir, kıdemli ve tecrübeli olanların ise bildikleri tek terör yargılaması PKK dosyalarıdır. PKK ise seksenli yıllardan beri silahlı eylem yapan, nihai amacını açıkça ortaya koyan bir terör örgütüdür. Son 30 yıldır PKK mensuplarına ait binlerce yargılama yapıldığından, artık bu davalarda sanığın, PKK’nın nihai amacının ülkeyi bölmek olduğu, silahlı eylemler yaptığı ve bir terör örgütü olduğunu bilip bilmediği değil, sadece PKK mensubu olup olmadığı araştırılmaktadır. Çünkü yıllardır, herkes gibi PKK’ya katılan sanığında bunları bilerek örgüte katıldığı kabul edilmektedir. 

Kürsüdeki hâkimlerin terör yargılamalarıyla ilgili tek tecrübeleri bu olduğundan, FETÖ/PDY dosyalarını da PKK dosyaları gibi değerlendirip, PKK mensubu herkesin ülkeyi bölmek amacıyla hareket ettiğini kabul ettikleri gibi, cemaat mensubu herkesin de hükümeti yıkmak amacıyla bu oluşuma dâhil olduğunu kabul etmekte ve bu hususu hiç araştırmamaktadırlar. Hatta çoğu hâkim bunun araştırılması gerektiğini bile bilmemektedir. Zira PKK’nın ilk yıllarındaki yargılamaları bilen ve hatırlayan yargıç neredeyse kalmamıştır.

Yazıyı, yukarıda anlatılanların kısa bir özeti olan şu fıkrayla bitirmek gerekirse; Bektaşi’nin gözü, komşusunun keçisindedir. Birgün keçiyi çaktırmadan alır ve kesip yer. Komşusu durumu fark eder ama kadıya gitsem nasıl ispat ederim, hadi ispat ettim Bektaşi’nin bir şeyi yok ki hakkımı nasıl alırım, en iyisi ahirette hesaplaşırım der ve susar. Zaman geçer, ikisi de ahirete göçer ve Mahkeme-i Kübra kurulur. Komşusu, bu benim keçimi kesti yedi diye Bektaşi’den davacı olur. Bektaşi inkâr eder, komşusu ben gözümle gördüm der. Bektaşi, bir adam hem davacı hem şahit olamaz der. Yargıç olan melek, haklısın ama bana verilen listede günahların arasında keçiyi kesip yediğin de yazılı der. Bektaşi yine itiraz eder ve sen mahkeme hâkimisin aynı zamanda şahitlik yapamazsın der. Doğru der melek ve o zaman keçideki ve bıçaktaki DNA ve parmak izine bakmak lazım, getirin o keçiyi der. Bu sırada kapı açılır ve boynunda kanlı bir bıçakla keçi içeri girer. Şaşıran ve panikleyen Bektaşi bağırır: Neeeee!.. Keçi burada mı? O zaman verin keçiyi komşuma da dava bitsin…

Evet; o keçi, yani maddi delil mutlaka mahkemeye getirilmelidir. Keçi mahkemeye getirilemiyorsa Bektaşi’nin hakkı beraattır. Unutulmamalıdır ki, maddi gerçeğe sadece maddi delillerle ulaşılabilir.