Devleti devlet yapan sağlıklı işleyen kurumları ve kurumların içindeki liyakatli personelleridir. Devletlerin en parlak dönemleri yetişmiş insanların iş başına geldiği dönemlerdir. Osmanlı İmparatorluğu'nun muhteşem bir dönem yaşamasının arkasında liyâkatli kadroları iş başına getirmesi yatmaktadır. Osmanlı’nın en muhteşem dönemi kabul edilen Kanuni dönemine bakarsak; sadrazam Sokullu Mehmed Paşa, mimarbaşı Mimar Sinan, kaptan-ı derya Barbaros Hayreddin Paşa ve dönemin şairi Bakî’dir.
Bu muhteşem dönemi göğüsleyen kadrolara baktığımızda birçoğu Türk ve Müslüman değildir. Kiminin kökeni Sırp, kiminin Ermeni ve kiminin de Rum'dur. Ancak sen şu millettensin, şu dindensin, şu kökendensin, şu görüştensin denilerek, bu güzide insanlar ademe mahkum edilmemiştir. İş, ehli olana teslim edilmiş, potansiyeli olan kişiler devletin hizmetinde verimli bir şekilde değerlendirilmiştir. Ülkenin insan sermayesi bir hiç uğruna heder edilmemiştir.
Osmanlı’nın en parlak döneminin yaşandığı zaman diliminde İstanbul’da diplomat olarak görev yapan Avusturyalı Busbecq, döneme ilişkin izlenimlerini “Türk Mektupları – Kanuni Döneminde Avrupalı Bir Elçinin Gözlemleri” ismiyle kitap olarak yayınlamıştır. Busbecq’in kitabında en parlak dönemi yaşatan liyakatli kadrolar için geçen ifadeler çarpıcıdır. Söz konusu kitapta şöyle denilmektedir…
“Sultan’ın karargâhı çok kalabalıktı. Hizmetkârlar ve yüksek mevki sahibi kimselerle doluydu. Bütün hassa süvarileri, sipahiler, garibler, ulufeciler ve çok sayıda yeniçeriler karargâhtaydı. Bu muazzam kalabalığın içinde tek bir kişi yoktu ki itibarını kendi şahsiyetinden ve meziyetlerinden başka bir şeye borçlu olsun, doğduğu aileden dolayı diğerlerinden farklı kılınsın.
Kişiye verdiği hizmetlere ve yüklendiği vazifeye göre saygı gösteriliyor. Bu nedenle üstünlük mücadelesi de yok. Herkesin yaptığı işe uygun olarak tayin edildiği bir makam var. Sultan vazifeleri ve görülecek hizmetleri bizzat kendisi dağıtıyor. Bunu yaparken o kimsenin servetini ve rütbesini önemsemiyor. Namzet olanın şöhretini ve nüfuzunu düşünmüyor. Sadece meziyetlerini göz önüne alıyor. Kabiliyetini, karakterini ve mizacını tetkik ediyor. İşte böylece herkes layık olduğunun karşılığını görüyor ve makamlar da işlerin üstesinden gelebilecek kişilerle doluyor…”
Osmanlı en parlak dönemini nitelikli kadrolar sayesinde yaşamıştır. Ancak yeterliliği ve liyakati olanların iş başına getirilmesi açısından Türkiye’nin karnesi hiç iyi değildir. Özellikle son yıllarda yeterlilik ve liyakatin celladı olarak “mülakat” sistemi kamuya personel alımında yaygın bir yöntem olarak kullanılmaktadır. Türkiye’de mülakat yöntemi kariyer basamaklarının her aşamasında karşımıza çıkmaktadır. Üniversite eğitimini bitiren bir genç devlet memuru olmak istemesi halinde Kamu Personeli Seçme Sınavı’ndan (KPSS) belli bir puan aldıktan sonra mülakat engelini aşması gerekmektedir. Öğretmenlikten polisliğe, müfettişlikten uzmanlığa, kaymakamlıktan hâkimliğe bütün mesleklere kabulde, mülakat en önemli aşılması gereken bir engeldir. Hatta yazılı sınavda Türkiye birincisi olsan da mülakatı geçememe ihtimali söz konusu olabilmektedir.
Mülakat sisteminin doğru kullanıldığı takdirde etkili sonuçlar doğuracağını düşünenlerdenim. Ancak mülakat usulünün Türkiye için uygun olmadığını savunanlardanım. Mülakat sözlü olması nedeniyle bünyesinde sübjektif değerlendirmeleri barındıran bir yöntemdir. Dolayısıyla mülakatı yapan jüri üyelerinin tarafsız ve adil davranması en temel şarttır. Genellemeden kaçınarak söyleyebilirim ki Türkiye’de “tarafgirlik” veya “bendencilik” hastalığı en ince kılcallara kadar sirayet etmiş bir virüstür. Toplum içerisinde birçok örneği ile karşılaşmaktayız ki bir yere alınacak olan bir kişinin liyakatinden ziyade hangi görüşe yakın olduğuna bakılmaktadır.
Mülakat literatüründe “referans” olarak isimlendirilen, aslında apaçık “torpil” olarak kabul edilen yöntem, yaygın olarak mülakat değerlendirmesinde kullanılmaktadır. İşin özeti Türkiye’de yazılı sınavı veya diğer yeterlilikleri yerine getiren bir gence hayalini kurduğu kariyerinin basamaklarında yol alabilmesi için “referans” bulmaktan başka çare bırakılmamıştır. Mülakat usulü; “liyakatli olanı seçme” amacından “benden olanı seçme” garabetine doğru evrilmiştir. Mülakat sistemini etkin bir şekilde çalıştırıp hakperest ve adil davrananlar elbette vardır. Ama bunun sayısı çok az olduğunu düşünüyorum.
İşin ehli olana, lâyık olana teslim edilmesine "liyâkat" denilmektedir. Bir ülke güçlü ve parlak dönemler yaşamasının ilk koşulu işi ehline vermekte yatmaktadır. Liyâkata dikkat edilmeyip "mülâkat" ve "referans" adı altında subjektif değerlendirmelere girilerek iş ehli olana teslim edilmezse, kayırmacılığa girilerek hak çiğnenirse, ülkenin geleceği olan gençler ümidini kaybedecek, ülkesi için çarpan gönüller öksüz kalacaktır. Olan ülkeye olacaktır. Ne yazık ki daha çok hakka riayet etmesi gereken muhafazakâr İslamcı kesim tarafından, mülakat adı altında kayırmacılığın ve torpilin ayyuka çıkarılması ne acıdır. Bilindiği üzere Kur'an'da "işi ehline verin" denilmektedir. Maalesef "ehlinize" verin denilmemektedir.
Hakka hukuka riayet eden, adaletli davranmayı içselleştirmiş bir toplumda mülakat sistemini etkin bir şekilde çalıştırabilirsiniz ve güzel sonuçlar da alırsınız. Ancak adalet ve liyakat gibi duyguları ekseriyatla içselleştirememiş Türkiye’de mülakat sisteminden etkili sonuçlar almak mümkün gözükmemektedir. Türkiye’de hangi meslek grubuna veya hangi akademik kariyer basamağına alım yapılırsa yapılsın merkezi sınav sonuçlarına göre alınması, bulunduğumuz şartlar itibariyle, en adil yöntemdir. Yaşadıklarım, gözlemlerim, deneyimlerim böyle düşünmeye itiyor ne yazık ki… Bir de 500 yıl öncesine dair olsa da Avusturya’lı bir bürokratın Osmanlı İstanbul’unda gözlem ve deneyimlerine ilişkin okuduklarım…