Bu kavramı, Güney Afrika üzerine araştırmalar yapan Melissa Steyn’in ülkede 40 yılı aşkın bir süre siyahlara kan kusturan Apartheid rejimine sessiz kalan sıradan Afrikalıların tavrını tarif etmek amacıyla kullanmış.
Rejimler katılaştıkça egemen sınıfların aktif katılımının yanında sıradan vatandaşın suskunluğuna ihtiyaç duyar. "Bilgisizlik sözleşmesi" işte bu sessiz çoğunluğun gönüllü körlüğüne dayalı yazılı olmayan bir mutabakattır.
Yapılanlara aktif katılımınızı gerektirmez, itaat etmenizi yani itaatsizlik yapmamanızı talep eder. Sadece; görmezden gelmek kafidir. Karşılığında düzenin tüm avantajlarından nemalanır, susturulmuş vicdanın rahatlığıyla yaşayıp gidersiniz.
Bizdeki '80 darbesi, Şili-Pinoche, İspanya-Franco dönemleri ve Nazi Almanya’sı benzer manzaraları önümüze serer. Ortak paydası; bu zümrelerin gücü, ellerindeki silahlı güçten değil, kendileriyle iş birliği yapan / sessiz kalan halktan aldıklarını söyleyebiliriz.
Almanlar bunu şöyle hicvetmişler; eğer 1 (bir) Nazi ile aynı masada oturup ona karşı tek laf etmeyen 10 (on) Alman varsa, masada 11 Nazi var demektir.
Kısaca “Bilgisizlik sözleşmesi” yapılan tüm yolsuzluklara, haksızlıklara, adaletsizliğe rağmen bunu görüp de ses çıkarmayanları da suça ortak eden gizli bir sözleşme gibi...”*
Otoriter iktidarlar, yönetimler sindirilmiş toplum oluşturmayı varlıklarının zorunlu bir gereği görürler. İktidarın olumsuz uygulamalarına karşı dilsiz-sağır ve kör oldukları gibi iktidara yönelik eleştirilere ve muhalif unsurlara karşı da bir o kadar uyanık, duyarlı, dilbaz, aktif ve saldırgandırlar. Sindirilmiş toplumların davranış ve tutumu bununla da sınırlı değildir. Bukalemun örneği iktidarın bütün uygulamalarına da uyum sağlarlar.
Eduardo Galeano’nın belirttiği gibi insan soyuna en büyük dersi bu kendi halinde küçücük yaratık öğretmiştir. Bu öğretiye göre “gerçekliğin yasası iktidarın yasasıdır. Gerçekliğin gerçek dışı gözükmemesi için iktidardakiler bize, ahlakın ahlakdışı olması gerektiğini söylerler.”
Türkiye koşullarında Bukalemun çağındayız. İktidarın Kürtlere, farklılıklara, farklı unsurlara, muhaliflere yönelik uygulamalarında toplumsal çoğunluğun tavrı Bukalemun öğretisinden alınmış gibidir.
KHK uygulamaları karşısında toplumun tutumu tıpa tıp bu öğretinin ürünüdür. İktidar, adeta toplumla bir “Bilgisizlik sözleşmesi” yapmış gibi toplum, hiç sorgulamadan hukuksuz uygulamaları benimsemekte ve desteklemektedir. On binlerce insana isnat edilen suçlar, verilen cezalar hiç düşünülmeden onaylanmaktadır. Bu tutumun vebal olması bir tarafa sebep olduğu toplumsal bozulmanın ve yozlaşmanın farkında dahi değiliz.
Kendi kendime sormadan edemiyorum: Hani haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandı?
Hani “bir kötülük/şer gördüğün zaman onu elinle düzelt, gücün yetmezse dilinle düzelt, ona da gücün yetmezse kalbinle buğzet” düsturunu dillerinden düşürmeyen topluluk nerede?
Hani “başörtülü bacılarımız” için cuma günleri cami kapılarında nümayiş yapan mücahitler?
Cezaevleri KHK mağduru kadınlarla dolup taşırken nerede Feminist dernekler, Kadın Hakları savunucuları?
KHK uygulamalarıyla ortaya çıkan insanlık dışı tabloyu onaylamak nasıl bir ruh halidir?
KHK’lı olunca insanları peşinen suçlu görmek iktidarla zımnen bir anlaşma sayılmıyor mu?
Ne oldu duyarlılıklarımıza, vicdanlarımıza, insanlığımıza? 20 yılda ne çok şey kaybettiğimizin farkında mıyız?
İktidarı kaybetmemek uğruna 20 yıl içinde bütün değerlerimizi, en önemlisi de insanlığımızı kaybettiğimizi ne zaman anlayacağız?
Galeano, 20 yıl otoriter bir yönetimde Uruguay’ın toplumsal yozlaşmasını şöyle tasvir etmektedir:
Daha önce “orada köpekler oturur durumda havlar, insanlar sözlerinde dururlardı. Derken askeri diktatörlük asayişi yerine getirerek Uruguaylıları yalan söylemeye ya da sessiz kalmaya zorladı.
Köpekler de ayakta mı havlamaya başladı, bilemiyorum, ama insanın sözünde durması, hiçliğin üstünde durmasıyla eşanlamlı olup çıktı.”
Terör iddiasının ve KHK uygulamalarının Türkiye’yi getirdiği durum, Uruguay’dan farksızdır. Sözün, ahlakın, hukukun hiçliği üzerinde duran bir durumdayız!
(*Alıntıdır)
Abdulbaki Erdoğmuş