MAZLUMUN AHI, TİTRETİR ARŞI RAHMANI
Gündemi sürekli meşgul eden bir önemli (!) meselemiz var artık “Sokak köpekleri uyutulsun mu uyutulmasın mı?”
Bu konu ile ilgili internette araştırma yaptığımda gördüm ki, bu tartışma tarihte birçok kez yaşanmış ve her defasında da mutlaka ülkenin başına musibetler yağmış nasıl mı?
Gelin hep birlikte tarihte kısa bir yolculuğa çıkalım.
19. Yüzyıl sonlarına kadar köpekler, İstanbul’un yaşayan simgeleri olarak kabul ediliyordu. Eski İstanbul kartpostallarındaki köpekli fotoğraflarda bunun açık delilidir.
İstanbulluların şefkat gösterdiği sokak köpekleri, şehre gelen batılı gazetecilerinde daima ilgi odağı olmuştur. Bunlardan biri olan Edmondo De Amicis, “İstanbul” adlı hatırat kitabında sokak köpeklerini teferruatlı anlatmıştır. Ona göre sokak köpekleri sur içi İstanbul’da merhamet görürken, Pera da (gayri Müslümlerin yaşadığı) muhitte sopa ile kovalanırdı. Yani Müslüman mahallelerinde sokak hayvanları kendilerini emniyette ve güvende hisseder huzur içinde yaşayıp giderlerdi.
Mahallenin, sokakların gönüllü bekçileri idi onlar. Yabancıları görünce havlar, hırlar, huzursuz eder, kötü niyetli kişileri korkutup kaçırırlardı. Nihayet İstanbul’un bu sahipsiz sakinlerine bir zaman sonra sokaklar bile çok görülmeye başlandı.
Köpek sürgünleri bilindiğinin aksine Sultan 2. Mahmut zamanında başlamadı.
17. yy. da Sultan 1. Ahmet’in sadrazamı Nasuh Paşa, sur içi İstanbul’daki köpeklerin tamamını toplatıp Üsküdar’a sürgüne göndermişti. Hatta bundan da önce Kanuni Sultan Süleyman’ın kayınbiraderi ve sadrazamı Lütfi Paşa, ikinci kez Şam valisi olduğu dönemde, Şam’ın bütün köpeklerinin öldürülmesini emretmiş ve 1000 kadar köpeğin katili olmuştu.
Sultan 2. Mahmut döneminde ise Galata’da gece yarısı bastonuyla köpeklerden korunmak isteyen bir İngiliz’in, köpeklerin hücumuna uğrayıp kaçarken, yüksek bir duvardan düşüp ölmesi, köpekler için sonun başlangıcı olmuştu. Elçilik tarafından saraya yapılan baskıyla padişah, sokak köpeklerinin toplatılıp Hayırsız Ada’ya sürülmesini ferman etmek zorunda kaldı.
Lâkin köpekleri adaya götüren mavna, kopan fırtınanın tesiriyle adaya yanaşmaya muvaffak olamayınca, köpekler İstanbul’a geri getirildiler. Halkın bunu ilâhî bir ikaz sayarak, saraya baskı yapmasıyla da Sultan Mahmut fermanını geri çekmiş, köpekleri sürmekten vazgeçmişti.
Sultan Abdülaziz döneminde köpeklerin sürgünü tekrar gündeme geldi. Padişahın fermanıyla yeniden mavnalara doldurulan köpekler, yine adaların yolunu tuttular. Lâkin bu defa da Çemberlitaş’tan Gedikpaşa’ya, hatta Kumkapı sahillerine kadar uzanan büyük İstanbul yangını, köpekleri sürgün ettikleri için Yüce Allah tarafından verilen bir ceza olarak addedilmiş, halk tekrar saraya hücum etmişti. Padişah fermanı ile köpekler sürgünden kurtulmuşlardı.
Sultan 2. Abdülhamid Han o dönemde baş gösteren kuduz vakalarının artmasıyla birlikte hastalıklı köpekleri toplatıp ıssız adalara sürmek yerine başka tedbirler alınması için ferman verdi. Köpeklerle uğraşmak yerine kuduzla savaşmayı tercih eden şefkatli sultan, Fransa’ya Pastör Enstitüsüne bir heyet gönderip 10 bin altın bağışlayarak Dünyanın üçüncü Kuduz Enstitüsü’nün İstanbul’da kurulmasını sağlamış, Pasteur’ü de büyük ihsanlar karşılığında İstanbul’a davet etmişti.
Sultan 2. Abdülhamid Han’ın hal’inden kısa bir süre sonra İttihat-Terakki hükümeti tarafından gerçekleştirilen elim hâdiselerden biri de 1910 haziranındaki köpek itlâfıdır. Sokaklardan toplanan 80.000 köpek mavnalarla Hayırsız Ada’ya (Sivri Ada) götürülerek orada aç susuz ve yapayalnız bir ölüme terk edildiler. Kayalıklarla kaplı bu adada neredeyse dikili tek bir ağaç dahi yoktu. İstanbullular, günlerce adadan gelen köpek ulumalarını duyarlar ve ölü köpeklerden gelen kötü kokulardan rahatsız olurlar.
1910 yılında iktidarda olan İttihat ve Terakki Partisi’nin “Şehremini’’ yani Belediye Başkanı Suphi Bey ise şehri köpeklerden kurtarmakta kararlıdır. 5 haziran günü başlayan toplama işlemleriyle 80 bin sokak köpeği alınıp Sivriada’ya gönderilir. Hava sıcaktır ve ada kuraktır. Köpeklerin bir kısmı açlıktan, bir kısmı son bir çare olarak atladıkları denizde boğularak, bir kısmı ise birbirini parçalayarak ölür.
Dönemin İstanbul Belediye Başkanı Suphi Beyin köpek kıyımını, sonraki belediye başkanlarından Cemil Topuzlu devam ettirdi. ’80 Yıllık Hatıralarım’ isimli hatıratında “30 bin köpek öldürttüğünü” iftiharla anlatır. O sene patlak veren Balkan Savaşı, İstanbullular tarafından köpeklere yapılan cefanın cezası olarak yorumlandı.
Avrupa’da eğitim görmüş ve batı şehirlerine hayran olmuş Jön Türkler de İstanbul’un Avrupa kentleri gibi olması için sokaklarda gezen bu canlı çöplükleri (!) temizlemenin lüzumuna inanıyorlar, hatta dönemin Abdullah Cevdet, İbrahim Şinasi gibi batı hayranı yazarları köpeklerin aleyhinde sayfalar dolusu yazılar yazarak hükümete, köpeklerin yok edilmesi için baskı yapıyorlardı.
Fransız hayranı olan bu aykırı tipler, medeni dedikleri Avrupa’nın hayran oldukları Fransa ve Paris sokaklarında pencerelerden serpilen tuvalet leğenlerinin etrafa saçtığı iğrenç kokulardan hiç rahatsız olmuyorlardı.
Nihayet baskılar sonuç verdi sokakların bu zavallı sakinleri demir kancalarla işsiz güçsüz berduş ayak takımları tarafından üç beş kuruş karşılığında çöp arabalarına toplanmaya başladı. Köpekler toplandı, tophaneden bindirildikleri mavnalarla hayırsız adaya götürülüp atıldı.
O günlerde “medeniyet” söylemleri ile İstanbul sokaklarındaki köpekler toplatılmalı diye yazan, çizen hükümete ve kamuoyuna baskı yapan Jön Türkler, ittihatçılar, mason yazarlar köpekler toplatıldıktan sonra bambaşka tavır almış ve bu defa “caniler, masum hayvanlara neler yapıyorlar, başımıza taş yağacak” söylemleri ile konuyu siyaset malzemesi yaparak halkı kışkırtmışlardır.
Tarih tekerrür ediyor. Yine bir oyun en ince ayrıntısına kadar düşünülüp sahneye konuluyor.
İki kesim; Hayvan severler ile sevmeyenler karşı karşıya getirilmek isteniyor.
Asıl maksat, üzüm yemek değil bağcıyı dövmek.
Köpekler kurban edilerek iki kesimi birbirine kırdırtarak halkı sokaklara dökmek.
Öyle ya da böyle sokak hayvanlarının uyutulması yasası meclisten geçer ise olan Allahlın emaneti mazlum, günahsız, ağızsız ve dilsiz hayvanlara olacak.
Medya aracılığı ile hayvan düşmanlığı iyice körükleniyor.
Bazı illerden gelen görüntüler kan donduruyor.
Baltalarla, küreklerle hayvanlar kafalarına vura vura öldürülüyor.
Uyku halinde savunmasız köpekler boğazları sıkılarak hayatlarına son veriliyor.
Çözüm öldürmek olamaz.
Tıpkı 2. ABDÜLHAMİD HAN gibi çareler üretmek zorundayız. Gerekirse şehirden uzak doğal ortamlarında yaşam alanları inşa etmek hem insan olmanın hem de Müslüman olmanın bir gereğidir.
Allah c.c verdiği canı yine ALLAH c.c alır.
“Köpeklerin Azrail’i biziz” derseniz unutmayalım;
Mazlumun Ahı, Titretir Arşı Rahmanı.
Selam ve Dua ile
Aynur Yavuz.
30.06.2024