Müslüman coğrafyasında yaşanan kaos ve istikrarsızlığın en önemli nedenlerinden birisinin; akıl, bilgi, hikmet ve sürekli yenilenmeyi ön gören İslam anlayışından ve istikametinden sapma olduğu kanaatindeyim.
Bu sapmayı gerçekleştiren ana unsurların da din adamları ile politikacılar/yöneticiler olduğunu düşünüyorum. Bu iki kesimin işbirliğinden “Siyasal İslam”, Siyasal İslam’ın tefessüh ve tahribatı sonucu da “politik dinbazlık” türemiştir.
Müslüman dinbazlığının kökleri tarih ve gelenekte olsa da, politik dinbazlık modern çağın örgütlü bir hareketidir. Nedenlerini, gelişmesini ve toplumsallaşmasını doğru anlamak gerekir. Dinbazlığın şiddet üretmesi de bilinçaltında var olan ezikliğe ve toplumsal öfkeye dayanmaktadır.
Batının ilerlemesi, ekonomik refahın yükselmesi, bilimsel ve teknolojik gelişmelerle çağ atlaması, siyasal alanda demokrasi, hukuk, hak ve özgürlüklerin önemli hale gelmesi Müslümanlarda derin bir travmaya yol açmıştır.
Benzer gelişmeler ve geri kalmışlığın oluşturduğu kompleks, zamanla Batı’ya karşı zaten var olan öfke ve nefretin, kin ve düşmanlığın daha da artmasına, şiddeti de içeren bir politik- ideolojik reaksiyona dönüşmüştür.
Milli hamasetin içerde cehaleti, yoksulluğu ve yolsuzluğu örttüğü düşünülse de, dış dünya ile ilişkilerde geri kalmışlığı örtemediği bilinmektedir. Bu nedenle modern toplumlarda oluşan çağdaş bilincin, ekonomik ve siyasal taleplerin Müslüman dünyasına etkilerini kırmak için bir “öteki” ye, yani düşmana ihtiyaç vardı..!
Bu nedenle, statükonun korunması için politikacılar, yöneticililer ve dinden beslenenler tarafından “Batı”, “düşman” olarak konumlandırılmıştır.
Ülkemizde de cehaleti, geri kalmışlığı, sömürü düzenini, milliyetçiliği, Kemalizm’i ve dinbazlığı da beslediği için Batı’ya yönelik öfke ve nefret, sürekli hale getirilmiştir.
Milli hamaset ve dinbazlık, sadece Batı düşmanlığı ile de sınırlı değildir, hak ve özgürlükler, hukuk ve insan hakları, özgür düşünce, fikir hürriyeti ve pozitif ilim düşmanlığını da içermektedir.
Türkiye gibi bir ülkede dahi, dinbazlık sadece özgürlüğümüzü değil, gücü oranında güvenliğimizi, inançlarımızı, dinimizi ve geleceğimizi tehdit ediyor. Çünkü farklı olmak, farklı düşünmek, farklı inanmak, yenilenmek, pozitif ilimlerle donatılmak dinbazlar ve milliyetçiler için bir tehdit algısı oluşturmaktadır.
Bu nedenle de, korkularını gidermek ve geleceklerini güvence altına almak için elde ettikleri maddi ve kurumsal güç ile insanların nasıl inanacağına, nasıl yaşayacağına, tercihlerine, yaşam tarzlarına müdahale edecek kadar ileri gitmektedirler.
Bu durum, farklı olanların birlikte barış içinde yaşamasını zorlaştırmaktadır. Farklı olanların hakları, hürriyetleri, can ve mal güvenlikleri önemsenmediği ve dikkate alınmadığı için de mahkemelerin, hukuk ve savunmanın da önemi ve işlerliği ortadan kalkmaktadır. Ortadoğu ve Asya ülkelerindeki durumun vahametini anlatmaya gerek dahi yok!
Daha yakın zamanda Ayasofya’nın cami olarak ibadete yeniden açılması nedeniyle yapılan merasim, uygulanan protokol, protokol uygulamasında ortaya çıkan milli hamaset, ayırımcı, dışlayıcı, ötekileştirici davet yöntemi, İmam olarak atanan görevlinin zihniyeti, tarz ve üslubu, barış ve kardeşlik çağrısı yerine ırkçı, mezhepçi, hizipçi, fırkacı bir anlayışı çağrıştıran hutbe ve verilen mesajlar, ne yazık ki ürkütücü bir tablo ortaya çıkarmıştır.
Kadim bir mabet olan Ayasofya’nın açılışında, Hz. Muhammed’in (s.a.s) farklı dinlere örnek yaklaşımına değinilmemesi, Ehl-i Kitaptan ve Kur’an’ın yücelttiği Hz. İsa’dan (a.s) bir cümle dahi söz edilmemesi sadece farklı din ve inanç unsurları için değil, birlik-barış-adalet arayışında olan herkes için bir tehdit algısı oluşturduğu kanaatindeyim.
Diyanet İşleri Başkanı’nın elinde kılıç olarak minbere çıkması ise dehşet vericiydi. Fetih, cihad ve ecdat hamaseti gerçekten korkutucuydu. Söz konusu tablo, İslam’ın gereği olan marifet, sühulet ve makuliyet beklentimizi boşa çıkarmıştı.
Minbere kılıç ile çıkılması ve rövanşist bir anlayışın sergilenmesi ise yurt içinde ve dışında büyük bir rahatsızlık vermişti. Neyse ki beklenen ilgiyi görmemesi, yankı ve gerilim oluşturmaması gündemin uzamasını –en azından şimdilik-önlemiştir. Ancak tehlike geçmiş değildir!
Oysa Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması ortak değerler etrafında buluşmanın, farklılıkların bir arada barış içinde yaşamasının çok önemli ve anlamlı bir adımı olabilirdi. Kuşkusuz böyle bir adım, İslam’a, mabed ve çağın ruhuna daha uygun düşerdi. Ne yazık ki böyle bir amaçlarının olmadığı, ibadete değil siyasete açıldığı, kullandıkları simge, sembol, söylem ve davranışlarla ortaya koydular.
Politik ve hamasi de olsa açılışın bir “meydan okuma” veya “fetih-cihat” mesajı olarak anlaşılmış olması, hem Türkiye için hem de Müslümanlar için zaten var olan kötü imajın daha da artmasına neden oldu. Endişelenmemek, kaygılanmamak ve korkmamak mümkün mü?
Bu durum, yalnız Ayasofya ile sınırlı kalmadı, diğer camiler için de söz konusudur. Camilerin artık yeni fetihler, Batı’ya karşı yeniden cihad, dini örgütlülük için teşvik ve yönlendirme merkezleri olma ihtimali, toplumun büyük çoğunluğunda endişe yaratmaya başladı.
“Batı düşmanlığı” ve milli dinbazlık; esas itibariyle ülke içinde yönetime itaat etmeyen kesimlere, laik ve modern çevrelere, Kürtlere, Alevilere, düşünce ve yaşam farklılığına karşı bir örgütlenme stratejisidir. Bunun için camilerin seçilmiş olması, Emevi döneminin uygulamalarını hatırlatmaktadır.
Covid 19 tedbirleri kapsamında camilerin açık tutulmasının başka türlü izahı var mıdır? Dinbazların kaleleri haline gelecek camilerin, toplumun çoğunluğu için düşman kaleler olması kuvvetle muhtemeldir. Bu tehlikeye özellikle dikkat çekmek istiyorum.
İktidar desteğinde gerçekleştirilen söz konusu milli dinbaz örgütlenme, Batı toplumunun Türkiye ve Müslümanlar hakkındaki olumsuz algısını da haklı çıkarmaktadır. Muhtemelen iktidarın amaçlarından biri de bu algıyı güçlendirmek ve Müslümanlarla diğer din mensupları arasındaki yakınlaşmayı, diyaloğu bozmak olmuştur.
Biliyoruz ki mabetler, manevi iklimler oluşturmak içindir. Ayasofya dâhil, mevcut iktidar döneminde inşa edilen bunca caminin manevi bir iklim oluşturduğunu iddia edebilir miyiz? Tersine maneviyatın değersizleşmesine, anlamsızlaşmasına neden olmaktadırlar.
Takva/sorumluluk sahibi Müslümanların, siyasetten bağımsız olarak mescitlerine ve maneviyatlarına sahip çıkmamaları durumunda, camilerin maneviyata değil, artık dinbazlığa, ayırımcılığa, milli ve politik şovlara hizmet edeceklerinden endişe ediyorum!.
Politik ve milli dinbazlık karşısında başımızı kuma gömerek sorumluluktan kurtulacağımızı düşünmeyelim. Müslümanlar olarak ihlas ile İslam’a sarılmazsak, asıl önlenemez tehdit ve tehlike zamanla ortaya çıkacaktır.!
Abdulbaki Erdoğmuş