Bize ait olduğunu iddia ettiğimiz bir ülke düşünelim..!
Şehirlerimiz, yeşil alanlarımız, deniz kıyılarımız, sahillerimiz, göllerimiz, su havzalarımız, nehirlerimiz, tarihimiz, kültürümüz ve “varlık” olarak nitelendirebildiğimiz maddi ve manevi bütün değerlerimiz talan ediliyor, yağmalanıyor, yerli-yabancı yamyamlara peşkeş çekiliyor.!
Bu ülkenin Irak, Libya veya Suriye olduğunu sanmayın.! Bu ülke bizim ülkemiz, Türk’ün, Kürd’ün, Sünni’nin, Alevi’nin, farklı etnik, inanç ve dinden olan 83 milyon insanın ülkesi ve bu ülke TÜRKİYE!
Siyasal sistemi bitmiş, ekonomik ve hukuk sistemi çökmüş, eğitim, sağlık, güvenlik, savunma başta olmak üzere kurumsal sistemi dağılmış, parlamentosu, siyasi kurumları etkisizleştirilmiş, komşularıyla kavgalı, müttefikleriyle sorunlu, uluslararası toplum nezdinde güvensiz, itibarsız ve yalnız. En önemlisi de içerde düşman kamplara bölünmüş, birbirinin kanını dökmeye hazır bir toplumsal yapı ile karşı karşıya.!
On yıllardır bitmek bitmeyen şehit cenazeleri, yitirilen on binlerce can, on binlerce KHK ve OHAL mağduru, acı çeken anneler, “açız!” diye bağıranlar, kendini yakanlar, işsizler, yoksullar, umutsuzlar, iflas edenler, öldürülenler, kaçanlar, kaçırılanlar, gözaltına alınanlar, tutuklananlar, hak-hukuk ihlali yaşayan milyonlar, çaresizler ve daha neler neler!
Sadece 2019 yılında 4 bin insanın intihar ettiği bir ülkede toplumsal infial beklenirken tepki dahi verilmemesi patolojik bir durum değil de nedir? Allah aşkına, zulmün de, duyarsızlığın da bir sınırı yok mu? Peki, zalimlerde ve sorumsuz yöneticilerde utanma yok diye biz de mi utanmayalım? Utanma duygumuz da intihar etmiş olabilir mi?
Mazlumların çığlığına, yoksulların açlık feryatlarına, mağdurların adalet arayışına, gençliğin “özgürlük” haykırışına, kadına yönelik ayırımcılık ve şiddete, iş-aş taleplerine daha ne zamana kadar dilsiz, sağır ve kör kesileceğiz? İktidar uğruna bir ülke feda edilirken nasıl olur da sessiz, tepkisiz, hareketsiz kalabiliyoruz?
Nasıl bu hale geldik? Bu çağda bir toplum, bu kadar mı pragmatist politikacıların, ilkesiz medyanın ve şarlatan din adamlarının oyuncağı, bağımlısı, bendesi olabilir? Bu zilleti daha ne zamana kadar taşıyabiliriz? Bıçak kemiğe dayandı yeter, gerçekten artık YETER!
İktidar ve müttefiklerinin “devletin bekası” üzerinden yaydığı korku sadece manipülasyon ve hamasetten ibarettir, yağma, talan ve tahakküm politikalarını sürdürmek içindir. Devlet de, Cumhuriyet de yerinde duruyor, tehdit altında olan ne devlettir ne de Cumhuriyet..! Ne bayraktır, ne ezandır, ne de vatan! Tehdit altında olan insandır, insanlığımızdır, özgürlüktür, candır, onurdur, itibardır, ailelerimizin, gençlerimizin, öğrencilerimizin, çocuklarımızın ve ülkemizin geleceğidir.!
Devlet, vatan, millet, bayrak, ezan hamaseti, milliyetçilik, cumhuriyetçilik, dincilik ve dinbazlık çözüm olsaydı Irak, Suriye, Libya bu duruma hiç düşer miydi, yıkılıp yağmalanır mıydı? Oysa işgal, yıkım, yağma ve talana rağmen hiçbirisinde ezanlar susturulmadı, bayraklar da indirilmedi ancak yüz binlerce insan öldürüldü, oluk oluk kan aktı, milyonlarca insan yerinden yurdundan edildi, kadınlar pazarlarda satıldı, binlerce yıllık tarih, kültür, sanat yok edildi..! Ancak bu ülkelerden hiç birisinin “Müslüman ve Cumhuriyet” kimlikleri değişmedi..!
Bu ülkelerden hiçbirisi de Türkiye’den daha az milliyetçi, daha az vatansever, daha az devletçi-cumhuriyetçi ve daha az Müslüman-dindar değildi. Onları bu hale getiren tek başına işgalciler de değildi, onları bu hale getiren dincilikleri, dinbazlıkları, otokratik rejimleri, ceberut, zorba yönetimleri, keyfi uygulamaları, hukuksuzlukları, yargısız infazları, ayırımcı politikaları, otoriter ve tek adamlığa dayalı siyasal sistemleri, yolsuzlukları, hırsızlıkları, sınır tanımayan zulümleri ve bütün bunlar karşısında toplumun sessizliği, duyarsızlığı, nemalanma arzuları ve teslimiyetçi sürü psikolojisinden başka bir şey değildi.!
Ne kadar da çok onlara benziyoruz, değil mi? İktidarın dezenformasyon faaliyetleri ve manipülasyonu bu gerçeği daha fazla örtmeye yetecek mi? Farklı görüşleri baskı altına alarak, muhalefeti susturarak, korku ve dehşet yayarak bizleri ne zamana kadar aldatmayı ve susturmayı başaracaklar?
Farkında mıyız bilmiyorum ancak bu ülke her geçen gün elimizden kayıyor, adeta intihar ediyor.! Gerçekten de Türkiye, istikametini kaybetmiş, yokuş aşağı giden, freni patlamış bir kamyona benzemektedir. Bu tablo karşısında bizlere düşen susmak mı, bir çıkış yolu bulmak mı?
Bu gidişe “dur!” demenin zamanı geldi, geçiyor! Ülkemiz yangın yerine dönmeden, daha çok can toprağa düşmeden, annelerin yüreğini alev almadan, iç ve dış müdahalelere maruz kalmadan bu kaos ve karanlıktan artık çıkmalıyız. Çıkış yolu da, çözüm yolu da vardır. Çıkış yolu; mümkün olduğu kadar geniş bir toplumsal ve siyasal mutabakat ile “Demokraside İttifak” etmektir. Çözümü ise çoğulcu, demokratik hukuk devletidir.!
Peki, bunu nasıl başaracağız?
Mevcut partilerden herhangi birinin veya yeni kurulacak bir partinin tek başına, hatta birkaç partinin ittifakı ile de zorbalığa karşı durulabilecek veya değiştirilebilecek bir YOL görünmemektedir. Bu nedenle bütün toplumsal kesimlerin, partiler başta olmak üzere siyaset adamlarının, siyasal, demokratik sivil unsurların, meslek gurupların, aydınların, akademisyen ve yazarların “demokraside ittifak” temelinde bir araya gelmeleri zorunlu hale gelmiştir. Bunu gerçekleştirebilecek imkanımız da, siyasal zemin de vardır.!
Bu ittifak hareketine “hakemlik” yapacak, koordine edecek ve sürecin sağlıklı yürütülmesine öncülük yapacak bir akl-ı selim, sağduyu, dolayısıyla liderliğe ihtiyaç duyulacağı açıktır. Çünkü farklı kesimlerin, hatta birbirlerine muhalif olanların yan yana gelmelerini ve ortak paydalarda buluşmasını kolaylaştıracak en önemli faktörün bilge, tarafsız, siyasi bir ‘hakemlik’ olduğu kanaatindeyim.
“Demokraside İttifak” hareketine öncülük ve hakemlik yapmak için bilgi ve tecrübesi, uluslararası tanınırlığı ve güvenirliliği, makuliyet ve suhuleti ile partiler üstü ve her kesimin taleplerine duyarlı davranacak bir liderlik gerekir. Böyle bir misyonu neden Sayın Gül’e biçmiyoruz?
Bugün bu hakemliği ve liderliği, bilgi birikimi, devlet ve siyaset adamlığı, sağduyu ve nezaketi, uluslararası tanınırlığı ve partiler üstü konumu ve yüksek temsil kabiliyeti ile 11. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’ün yapabileceğine inanıyorum.
Sayın Gül’ün 8 yıl Suudi Arabistan ve 8 yıl da Bürüksel tecrübesi Doğu-Batı sentezi için yeterlidir. Parti Genel Başkan Yardımcılığı, Genel Başkanlığı, Devlet Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı, Başbakan ve Cumhurbaşkanlığı görevleri sadece kendisi için değil, “hakemlik-liderlik” için çok önemli olduğu unutulmamalıdır.
Kuşkusuz bu ittifak, bir partileşmeye ve bu liderlik de bir parti genel başkanlığına dönüşmemelidir. Sayın Gül’ün böyle bir talebinin de, ihtiyacının da olmadığını tutumundan anlıyoruz. Politik tercihlerine, geçmişteki siyasi duruşuna yönelik itirazlarımız, eleştirilerimiz, hatta muhalefetimiz olsa da, bugün durduğu yer itibariyle partiler ve ideolojiler üstü bir konum sergilediğini biliyoruz.
Her vicdanlı, duyarlı ve ahlaklı insan gibi kendisinin de ülkenin gidişatından kaygı duyduğunu en azından medya aracılığı ile biliyoruz. Kaygılarına rağmen neden pasif kaldığı ve cesaret göstermediği eleştirilerine katılmıyorum. Çünkü yeni bir parti kurma, parti başkanlığı ve aktif politika yapmasına yönelik teklifleri, bulunduğu görevler itibariyle devlet ve siyaset adamlığı izzetini, şerefini düşünerek reddettiği de bilinmektedir.
Bugün de kendisinin ortaya çıkmasını, “ben varım, hadi arkamdan gelin!” demesini beklemek doğru değildir. Böyle bir çıkışın ülke yararına olacağından da kuşku duyuyorum. Kanaatime göre doğru olan; Demokraside ittifak edecek kesimlerin ve siyasal unsurların oluşturacağı ortak bir platform ve sivil bir zeminde Sayın Gül’ü, ülkesi ve insanı için sorumluluk almaya davet etmektir. Böyle ortak bir irade ve geniş mutabakat karşısında sorumluluk ve risk almaktan imtina edeceğini düşünmüyorum.
Bizim çağrımız, çığlığımız, feryadımız hukuk için, adalet, eşitlik, barış ve insanca yaşam için, can, mal, namus güvenliği için, birlikte barış içinde ve özgürce yaşamak için, medeni bir ülke için olduğunda, Sayın Gül’ün buna “hayır, ben yokum, ne haliniz varsa görün!” diyebileceğini hiç sanmıyorum, buna hakkı olmadığını da ifade etmeliyim.!
Sayın Gül’ün hakemliğinde gerçekleşecek “demokraside ittifak”, sadece ülkemizi karanlıktan aydınlığa çıkarmakla kalmaz, aynı zamanda Orta Doğu’daki yangını da söndürecek ve sorunları çözüm yoluna koyacak bir siyasi projeye dönüşmesinin de önünü açacaktır, diye düşünüyorum.
Abdulbaki Erdoğmuş