Karar yazarı Ahmet Taşgetiren ''Seçim Türkiye’de Müslümanlık oranını mı ölçüyor?'' başlıklı makalesinde şunları yazdı:
Bazı şeylerde yanılmışım biraz sanki. Olan bitene baktığımda onu anlıyorum.
Nasıl mı?
Mesela ben, islâmî camianın Türkiye nüfusunun yüzde 99’unun Müslüman olmasını önemsediğini düşünürdüm. Hatta kimi araştırmalarda yüzde 3 falan ateist çıktığı görülürse üzülündüğüne inanırdım.
Öyle tepkiler de oluyordu nitekim.
“Burası yüzde 99’u Müslüman bir ülke” demek önemli bir hassasiyetti.
Bu çerçevede ben, “Dolmuşa binerken -bismillahirrahmanirrahim- diyenin Müslümanlığını önemsemek gerekir, artırabiliyorsak artıralım, ama artıramıyorsak asla eksiltmeyelim” derdim. Kürsülerden “adam biçmek”sakil görünürdü.
Hatta bir zamanlar “Ümmetin lideri” diye bilinen siyasetçilerimiz kendilerine verilen oyu “Müslüman sayımı” gibi değerlendirip, kimi dini yaklaşımları “Patates dini” gibi nitelediklerinde başta ilahiyat hocalarımız olmak üzere hep itiraz etmiş, bunun çok yanlış bir tasnif olduğunu ifade etmiştik.
Ama görüyorum ki siyaset, zaman içinde kimyamızı epeyce etkilemiş bulunuyor.
Yine “Ümmetin lideri” heyecanları yaşıyoruz. Siyaset “dini tercih” ortamında ilerliyor. Ben Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi gerilimlerinde “Türkiye’de Müslümanlık oranını yüzde 50 artı 1’e indirdik, farkında mıyız?” diye yazdığımda çok da itiraz almıyorum. Kimsede ürperti gözlemiyorum. “Ne diyorsun sen, yüzde 99’u Müslüman bir ülkenin Müslümanlığını nasıl yüzde 50 artı 1’e indirgersin?” isyanına tanık olmuyorum.
Seferberlik var, “Muhafazakâr camia” diye nitelenebilecek herkes bu seferberliğin içinde. “Ümmet lideri” olarak nitelediğimiz sembol şahsiyet bir kere daha seçilemezse, sadece Türkiye’de değil bütün bir “Ümmet coğrafyası”nda müthiş bir alabora yaşanır bu seferberlik metinlerine göre.
Oysa mevcut “Ümmet lideri” daha önceki “Ümmet lideri”ni saf dışı bırakarak ilerlemişti. Hatta o zaman birilerimizin birilerimizi “Bizans’ın çocukları” diye nitelemesini ben dahil herkes tepki ile karşılamıştık.
İşin garibi şu ki, Türkiye’de sandık diye bir nesne var. Ümmet lideri ya da sade vatandaş, memleketi yönetmeye talip oluyorsa o sandığa girip çıkmak zorunda.
Normalde birbirimize, “Ümmet lideri vs” diye değil de, ya da işin bir ucunu “dindarlık sınavı” haline getirmeyip de, mesela “En dürüst, en bilgili, en ahlaklı, adalete en saygılı, insan sevgisi en yüksek, en merhametli, en şefkatli, en dirayetli vs….” özellikleri kişiliğinde toplayan insan olarak halkın huzuruna çıkılmasını önemsesek…
Sonuçta ülkeyi yönetme sorumluluğu emanet edilecek. “Dindar kisve” eğer yukarda bir kısmını saydığımız insani hasletleri ihtiva ediyorsa önem taşıyor. Değilse, “kisve” iş yapmıyor. Hatta “içi boş kisve” insanları aldatma malzemesine dönüşüyor.
Necip Fazıl’ın “Kafiyeler” şiirinde “Cübbeler yüreksiz” gibi bir mısra vardı. Cübbe ve yüreksizlik yan yana durmuyordu belli ki onun dünyasında.
Hep yazdım, toplumun önüne “Ümmet lideri” diye koyduğumuz sima, toplumun yarısının oyunu alamazsa ne olacak? Türkiye, “Ümmetin sorunlu ülkesi” haline mi gelecek?
Bazı şeylerde yanılmışım biraz, dedim ya…
Mesela Türkiye’de dindar insanların “İç barışı” önemsediğini düşünürdüm. Toplumun çok büyük yüzdelerini kapsayan “İslâmî aidiyet”in, iç barışın gerçekleşmesinde çok önemli olduğuna inanıldığına inanırdım. “İslâmî aidiyet”i, sınırlı siyasi alanlara sığıştırmanın, iç barış açısından tehlike teşkil edeceğinin düşünüldüğünü düşünürdüm.
Bakıyorum, kendi elimizle “islâmî aidiyet” alanını daraltma seferberliğine soyunuyoruz. Bunun farkında mıyız öncelikle onu sormak geliyor içimden… El birliği ile yaptığımız işin, Türkiye için nasıl bir bedele dönüştüğünün farkında mıyız?
Kafa karıştırıyorum, değil mi?
Sormasam olmaz sanki.
Sormak geliyor içimden: Dolmuşa binerken besmele çeken ama bizimle aynı siyasi hassasiyet içinde olmayan kişi, bizimle nasıl bir Müslümanlık ilişkisi taşıyor?
Acaba “siyasi hassasiyet birlikteliği” söz konusu olduğunda günde kaç kişinin üstünü çiziyoruz? Kimi zaman babamız, annemiz, hısım akrabamız, eşlerimiz dostlarımız dahil.
Mesela, devlet kolaylaştırıcılığında haram yiyen birisi, farklı bir siyasi görüşte olan harama el sürmeyen birine göre bize daha mı yakın, daha mı uzak?
Hemen somutlaştırmayın lütfen. Hiç kimseyi kastetmiyorum. Tamamen ortaya soruyorum. Kalbimize danışalım, diye…
Bazen böyle sorular geliyor içime, susturamıyorum.
Bu siyaset işi fevkalade karmakarışık etti her şeyi… Bakıyorum, normalde helâl – haram konusunda son derece hassas olan birisi, yani kendi boğazından asla haram lokma geçmeyen birisi, iktidarın orasına burasına yapışıp kul hakkı emenlerin korunup kollanmasına isyan etmiyor.
Bana derin bir su-i zan gayyasında “Mahşerde kiminle beraber olacaksın?”diye soran, bu kul hakkı yeme arkadaşlığının Mahşer’de nelere yol açacağını düşünmüyor.
Ne diyeyim, biraz kafamızı, kalbimizi dinleyebilsek… Kalp kimyamıza baksak biraz… Herkes için iyi olur, Türkiye için de iyi olur. Emin olun eğer gündemimizde gerçekten o varsa, ümmet için de iyi olur…