Türkiye, ne yazık ki 20. yüzyılın karanlık ve kaotik tablosunu 21. yüzyıla taşıyan ülkelerden birisidir.
Birinci ve İkinci Dünya savaşları gibi büyük felaketler yaşayan devletlerin, Atom bombasına maruz kalan Japonya’nın, dağılan Balkanların ve bölünen Sovyetlerin dahi travmalarını 20. yüzyıla gömerken Türkiye ve Bölge devletlerinin kaos ve istikrarsızlığı seçmeleri gerçekten patolojik bir vakıa olarak değerlendirilmesi gerekir.
Akıl-Bilim ve Teknoloji ile yenilenen ülkelerin tamamında demokrasinin, hak ve özgürlüklerin, ortak yararın ve hukukun da geliştiği görülmektedir. Ve yine bu ülkelerin tamamında güvenlik; dünyanın diğer ülkelerine göre çok daha teminat altındadır.
20.yüzyılın başlarında Avrupa’da ortaya çıkan demokratik rejimler, ırkçılığa, faşizme ve totaliter rejimlere yenik düşmelerine rağmen yine demokrasi ile toparlanmayı başardılar.
Avrupa’nın yaşadığı derin krizler, savaşlar, ırkçılık ve faşizmle ortaya çıkan bir gerçeği de görmezden gelemeyiz. Söz konusu gerçek şudur:
Demokrasi de olsa sistemler, siyasal düzenler ve hukuk sistemleri çökebilir. Anayasalar işlevsiz kalabilir. Diktatör yönetimler kurulabilir ve siyasete cehalet ve hamaset hâkim olabilir. Toplumsal ahlak ve ortak değerler alt-üst olabilir.
Bilmemiz gereken; bütün bunlara rağmen yeniden ayağa kalkmak, barış, hürriyet, hak ve özgürlükler, hukukun tesisi ve kalkınma, Batı’da olduğu gibi ancak akıl-bilim-teknoloji-hürriyet-barış ve ortak yarar ile mümkün olacaktır.
İki asra yakındır, coğrafyamızın peşinden sürüklendiği milliyetçi, ulusçu, tekçi ve katı bürokratik devlet sistemleri 21. yüzyılda da karşılık bulmaya devam etmektedir.
Yüz yıllardır hüküm süren sömürü, istismar, zulüm, yoksulluk ve cehalet düzeni ile şiddet ve ceberut uygulamalarda bir gerileme söz konusu olmadığı gibi, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde de yoğun bir biçimde devam etmektedir.
Çatışma nedeni olan hiçbir siyasal sorunumuzu çözemediğimiz gibi yoksulluk, sefalet, yağma ve talan politikaları daha çok yaygınlaşmaktadır. Gelişmelere bakınca coğrafyamızın, özellikle de Müslümanların bu süreçten ders almadıkları çok açıktır.
Meşruiyetini hak-hukuk-adalet ve siyasetten değil, güç/iktidar ve devletten alan, bunun için de devleti, iktidarı ve yöneticileri kutsayan bir anlayışın sonucu olarak gerilemeye devam ettiğimizin, kaos ve şiddete hızla sürüklendiğimizin farkında dahi değiliz!
Halk için kutsal olanlardan söz etmiyorum ancak devletin kutsalı ‘Adalet’ ve ‘Özgürlük’ olmalıdır. Aksi halde, halkın kutsallarına sarılan, onları istismar eden din adamları ve politikacılar marifetiyle adalet ve özgürlük başta olmak üzere ilahi/insanlık değerleri tahrip edilir ve devreden çıkarılır.
Akıl ve bilimin önemsenmediği, hukuk güvencesinin olmadığı, aykırı fikirlerin özgürce tartışılmadığı yerde kutsallık, baskı ve şiddet devreye girer.
Müslümanlar açısından ne yazık ki böyle bir utanç tablosuyla karşı karşıyayız. Pozitif bilimlerin ve aklın devre dışı bırakılmasının yıkıcı sonuçlarını yaşıyoruz.
Aklın olmadığı yerde vicdanın, adaletin, hürriyet ve bilimin, özgür düşüncenin ve hakikatin, din ve insanlığın da, dolayısıyla bir medeniyetin de olamayacağını hesaba katmadık ve hala katmamak için inat ve ısrarımızı sürdürüyoruz.
“Dini ilimler” diye hurafeler içinde boğulduk ve din adamlarının esiri olduk. Vicdanlarımızı kararttılar, iman ve inancımızı kirlettiler, bir çobanın arkasına sürü olarak dizdiler.
Devleti kutsadık ve böylece devletin esiri olduk. Pozitif bilim diye dayattıkları ideolojik, ırkçı eğitim sistemi ile aklımızı kilitlediler, ideolojilere, kurtarıcılara bağlayarak tutsak ettiler.
Bir taraftan işbirlikçi akademisyen, etiketli bilim adamları, bilimden yoksun üniversiteler, diğer taraftan din adamları, Diyanet ve cemaatlerle vicdanlarımızın ve aklımızın aydınlığını söndürdüler ve cehalet karanlığına mahkûm ettiler.
Kuşkusuz Batı dünyası; medeniyet, vicdan ve ahlak açısından mükemmel bir noktada değildir. Aksine eksiklikleri, bağnazlıkları, bencillikleri hiç de küçümsenmeyecek kadar fazladır.
Batı’nın kendisi için çözüm olarak geliştirdiği siyasal sistemi ve ulaştığı medeniyeti insanlık için de öngörmediği bilinmektedir. Bu bağlamda Batı’nın insanlığa medeniyette öncülük yapabileceğini de düşünmüyorum.
Ancak Batı’nın insanlık medeniyetine büyük katkılar sunduğunu da inkâr edemeyiz. Demokrasinin, hak ve özgürlüklerin, özgürce tartışmaların, akıl ve bilimin, birlikte barış içinde yaşamanın, farklılıkları korumanın, nitelikli eğitim almanın, araştırmaların, teknolojik gelişmelerin en ileri seviyeye ulaştığı coğrafya yine Batı’dır.
Aklın, bilimin, özgür düşüncenin, sanatın, sporun, özgür medyanın ve özgür siyasetin olmadığı Müslüman coğrafyasında bir medeniyetin varlığından söz edilebilir mi?
Aslında yaklaşık bir asır önce münevver âlimlerimiz de söz konusu soruna dikkat çekmişlerdir:
"Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder….”
Bizler de, akıl ve vicdan temelinde, adalet-hürriyet-eşitlik-barış ile neden medeniyetin etkin bir üyesi olmayalım?
Abdulbaki Erdoğmuş