Türkiye’de Muhalif Olmak!
Muhalif olmayı, siyasal iktidara ve yönetenlere karşı politik muhalefetten ibaret saymak yanlıştır. İdeolojik ve politik muhalefet, iktidar olmak için yapılır. Partilerin, politikacıların muhalefeti böyledir.
Siyasal muhalefet ise özünde bir iktidara veya yönetime karşı tavırlı olmanın çok daha ötesinde adaletsizliğe, hukuksuzluğa, haksızlığa, ayırımcılığa, hak ihlallerine karşı duruş sergilemektir, haksızlık karşısında “dilsiz şeytan” olmamaktır.
Buna göre medenileşmenin, medeni bir toplum olmanın ön koşulu iktidar yanlısı olmak değil, muhalefet potansiyeline sahip olabilmektir. Bir siyasal sistemin ve iktidar uygulamalarının otokontrolünü sağlayan esas unsur bilinçli, duyarlı toplumsal muhalefet potansiyelidir.
Söz konusu potansiyel de ancak özgür tartışmalarla oluşur. Bilinçli muhalefet bu tartışmalar sonucu gelişir ve güçlenir.
Ali Fuat Başgil; “Müsaade ediniz fikirler serbestçe münakaşa edilsin, yaratıcı tenkit rolünü serbestçe oynasın. Fikirler çarpışsın, çürükleri dökülsün, sağlamları millet hayatı için birer rehber olsun. İlim, terakki, medeniyet bundan doğar” demiştir. (İlmin Işığında Günün Meseleleri, sh: 255-256)
Özgürce tartışmanın güvencesi de hiç kuşkusuz hukukun üstünlüğüdür. Hukukun hâkim olmadığı ve hukuk güvenliğinin olmadığı ülkelerde terakki, medeniyet ve özgürlük de yoktur.
Bir toplumun inançlara bağlılığı veya bir dininin olması bir medeniyet göstergesi değildir. Hukukun üstünlüğüne inanması, hak ve özgürlüklere sahip çıkması ve onları yaşam biçimi haline getirme çabaları ancak bir toplumu medeni kılar.
Bizim gibi geri toplumların öğrenilmiş cehaletle medenileşmesi mümkün olabilir mi?
Cehaleti ilim ve din bilen bir toplum medeni olarak tanımlanabilir mi?
Siyasi ve dini liderlerini sorgulamayı günah sayan bir toplum nasıl medenileşebilir?
Özgürleşmeyi dini ve milli ihanet sayan bir anlayışla medenileşmek nasıl mümkün olabilir?
Özgürlüğümüz, devletçilik, milliyetçilik ve dincilik/dinbazlık başta olmak üzere ideolojilere feda edilmiştir. Bu durumda haklarımızı savunmayı “dini ve milli ihanet” sayan egemen bir anlayışın tahakkümü altındayız.
Siyasi veya dini liderlere teslim edecek kadar iradesini kullanmaktan aciz gayri medeni bir toplum durumundayız. Tam bir teslimiyetle dini veya siyasi bir lidere bağlanmadıkça muteber bir insan olmadığına inanan milyonlarca insanımız vardır.
Kimilerinin iradesi Sultan Abdülhamit, Mustafa Kemal Atatürk, Necmettin Erbakan gibi ebedi aleme göçmüş siyasi liderler veya Erdoğan gibi güç kullanan bir cumhurbaşkanı olurken, kimilerinin iradesi de müebbet cezaya çarptırılmış tutuklu Abdullah Öcalan olabilmektedir.
Güney Afrika’da tutuklu bulunduğu sırada Mandela’nın; "Sadece özgür bireyler pazarlık edebilir. Mahkumlar sözleşme akdine giremez” sözleri ve tecrübesinden de ne yazık ki hiç ders ve ibret almamışız.
Bizim gibi geri toplumlar ya ölülerin ya da tutukluların esiri durumundadır. Veya “Mehdi-kurtarıcı” beklentisi içinde din bezirgânlarının eteklerine sarılmış durumdayız.
Yönetim sistemlerimiz gibi siyasi, ideolojik ve dini anlayışlarımız da genel olarak ilkeldir.
Esas olarak cehaleti, ilkelliği kanıksamış toplumlar, özgürleşmeyi ve medenileşmeyi de hak etmezler.
Medeni bir ülke veya medeni bir toplum, cehalet ile ve cahil insanlar tarafından yönetile bilir mi?
Alınmaya, gocunmaya gerek yoktur. Yalan bir rüyadan, boş bir hayalden öte hiçbir gerçekliği olmayan Neo-Osmanlıcılık, toplumculuk, dincilik, ümmetçilik ve Turancılık gibi insanımızı cehalet ve kölelik kalıplarında tutan bir anlayışla özgürleşmek ve medeni bir toplum olmak mümkün değildir.
Medeni toplumlar; İnsan hak ve hürriyetleri, hukukun üstünlüğü, birlikte barış içinde ve özgürce yaşamanın mücadelesini verirken, bizim dincilik, ümmetçilik, Turancılık, Atatürkçülük, etnik milliyetçilik gibi ideolojilerin kavgasını vermemiz ilkellik ve çağdışılık değil de nedir?
Bu ideolojilerin hiçbiri toplumu özgürleştiremeyeceği gibi medeni de yapmaz. Özgürlükleri dahi birbirinden ayıran bu ideolojilerin geçmişimizi heder ettiği gibi geleceğimizi de karartacağından artık şüphe duymamalıyız.
Medeniyet ve muasırlaşma iddiasıyla Türkün ve Kürdün, Müslüman ve Gayri Müslim’in, Alevi ve süninin, inanan ve inanmayanın, laik ve anti laik’in, kadın ve erkeğin özgürlüğünü birbirinden ayrı tutamayız.
Söz konusu ideolojilerle bu kesimleri barış içinde eşit ve özgür kılmak mümkün değildir.
Özgürleşmeden muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak nasıl mümkün olabilir ki?
Kanaatimi açıkça belirtmeliyim ki ayrıştırarak muasırlaşma hedefine ulaşmanın imkânı da ihtimali de yoktur.
Mümkün olmadığına göre öncelikle özgürleşmek zorundayız. Özgürlüğümüze vurulan zincirleri, prangaları kırmak için sisteme muhalefeti geliştirmek ve genelleştirmek durumundayız.
Bizleri ve toplumsal kesimlerin tamamını omuz omuza, yan yana, hep birlikte ve barış içinde tutacak olan; istibdada karşı ‘Hürriyet ve Hukuk’ mücadelesidir.
Bizi medenileştirecek ve muasırlaştıracak olan da ancak bu mücadeledir.
Benim de kişisel olarak muhalefetim; partilere değil, hukuksuzluğa, haksızlığa, cehalete, eşitsizliğe, adaletsizliğe, yoksulluğa, ayırımcılığa ve istibdadadır.
Aksiyoner muhalefetin olmadığı ülkelerde kaçınılmaz olarak istibdat oluşur.
Farklı kültür, siyasi, etnik, din, inç ve düşüncelerini, hak ve özgürlük taleplerini, azınlık haklarını bir tehdit olarak gören siyasal bir sistem istibdat değil de nedir?
Milletvekiline “seni çivilerim” diyebilecek kadar cüretkâr polislerin varlığı, istibdat rejimlerinin dışında tasavvur edilebilir mi?
Yüzlerce gazeteci, yazar, aydın, siyasetçi, akademisyen ve insan hakları savunucusunun cezaevlerinde tutuklu bulunduğu bir ülkede özgür düşünceden söz edilebilir mi?
İstibdada muhalefet etmek her aydının, makul siyasetçilerin, münevver alimlerin, bilim insanlarının, sanatçıların, özgür akademisyenlerin, duyarlı ve medeni her insanın insani, ahlaki ve vicdani sorumluluğudur.
Türkiye’de muhalif olmanın nedeni de gereği de bu olmalıdır, diye düşünüyorum.
Abdulbaki Erdoğmuş