Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kuruluşundan itibaren kurucu irade tarafından devamlı bir “beka” kaygısı yaşamıştır. Bunda yadırganacak bir durum da yoktur. 20. Yüzyılın başlarında söz konusu kaygı ve endişeleri taşımak, kabul edilebilir bir durumdu.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sürecinde de devletin geleceği ile ilgili kaygıların olması mazur karşılanabilir ancak bu kaygıların kalıcı hale gelmesi stratejik bir politika değilse, patolojik bir vakıa olarak değerIendirilmesi gerekecektir.
Bu durumun patolojik değil de bir devlet politikası olarak stratejik bir yöntem olduğu açıktır.
Başlangıçta var olan bölünme ve irtica gibi tehditler, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tamamıyla ortadan kalkmış, söz konusu tehditler artık bir algı siyaseti ile sürdürülmüştür.
Kuşkusuz oluşturulan bu algı ile aslında devlet değil, otoriter sistem ile oluşturulan vesayet düzeni korunmuştur.
27 Mayıs darbesi ile vesayet düzeni tahkim edilmiş, devlet ve toplum askeri vesayete mahkûm edilmiştir. Böylece demokratikleşme dahi askeri vesayet ile ancak mümkün olabilecekti. Bu da muhaldi.
Devletin kurucu unsuru olarak askeri bürokrasi, Türkiye’nin geleceğini de inşa etme ve modernleşme sorumluluğunu üzerine almıştı. Bu bağlamda “demokrasi gelecekse onu da kurucu unsur getirecekti!”
1960’lı yıllardan itibaren demokrasi rüzgarının Türkiye’ye doğru daha sert esmeye başlaması, toplumda demokrasi bilinci ve arzusunu hızla yükseltirken, aynı sertlikte askeri vesayeti de tehdit ediyordu.
Demokratik siyasetin güçlenmesi, toplumsal karşılık bulması doğal olarak beraberinde özgürlük taleplerini de getirmişti. Sendikal faaliyetler, öğrenci hareketleri, sivil ve siyasal örgütlülük hızla artmış ve farklı unsurlar kendilerini ifade etmenin yollarını arıyordu.
Kürtler başta olmak üzere farklı unsurların etnik, Müslüman çoğunluğun dini hayat ve farklı inanç sahiplerinin inançlarıyla ilgili talepleri bu sürecin başlıca gelişmeleriydi. Bu taleplerin “bölücülük” ve “irtica” olarak tanımlanması artık çağın ruhuna aykırı sayılmaktaydı.
Demokrasi ve demokratikleşme sürecinde bu tür gelişmelerin yaşanması tabii olarak kabul edilmesi gerekirken, vesayet unsurlarının paniğe kapılması Türkiye için bir kırılmaya yol açmıştır. Koşullar ve konjonktürün gereği olarak demokrasi ile otoriteryenizm arasında bir tercih zorunluluğu doğmuştu.
Ne yazık ki Türkiye’nin “muasır medeniyet” için tarihi bir fırsat yakaladığı bu dönemde, demokrasiye geçiş yerine faşist bir darbe ile yönetime el konulmuş ve demokrasiye karşı otoriteryenizm tercih edilmiştir.
“Devletin bekası”, “Terör”, “Bölücülük ve İrtica” tehlikesi yeniden algı yöntemiyle geliştirilmiş ve toplumu vesayete teslim olmaya mecbur bırakmıştır.
Çünkü ‘demokrasi’ ve ‘muasır medeniyet’ kararı, vesayet sistemine son vermek demekti. Bunu yapmak yerine “irtica ve bölücülük” gerekçe gösterilerek 12 Eylül 1980 Askeri Cuntası ile zaten var olan vesayet sistemi daha da güçlendirilerek demokrasi ve hukuk devletine geçişin önü alınmıştır.
En başından beri “beka”, “irtica ve bölücülük” hamaseti ile korku iklimi oluşturulmuştur. Bunun gerçeklik payı da vardır. Osmanlı’nın dağılma sürecine girmesinden itibaren başlayan bu korkunun toplumsal karşılığı da hep olmuştur ve olmaya devam etmektedir.
Bugün de demokratikleşerek, kalkınarak, gelişerek, yenilenerek, özgürleşerek, muasırlaşarak bu korkuları yenmek yerine otoriterleşerek, içerde ve dışarda hayali düşmanlar uydurarak müesses vesayet düzeni sürdürülmek istenmektedir.
Esas itibariyle 1950’den itibaren vesayet sistemi için tehdit unsurları değişmiş, “İrtica” ve “bölünme” yerine demokrasi ve hukuk kaygısı hâkim olmuştur. Askeri darbelerin (27 Mayıs ve 12 Eylül), müdahalelerin (28 Şubat ve 15 Temmuz) ve bildirilerin tamamı ‘demokrasi ve hukuk devleti’ taleplerine karşılık duyulan kaygılarla gerçekleştirilmiştir.
AK Parti’nin kuruluş programı ve ilk dönem politikaları dikkate alındığında, demokratik bir hukuk devletinin inşası ve Avrupa Birliği (AB) Üyeliği hedeflenmişti. Makul ve ilkeli siyasetçiler zamanla uzaklaştırılarak önce partide “tek adam” vesayeti oluşturuldu, sonra da Türkiye’nin rotası demokrasi hedefinden çevrilerek yeniden vesayet sistemine dönülmüş oldu.
Aynı kaygılarla İktidar ile iş birliği ve derin ittifaklar içinde olan Cemaat arasında anlaşmazlıklar ve güvensizlik oluşturulmuş ve İktidarın, Vesayet Sistemi’ne boyun eğmesi sağlanmıştır. İktidar himayesinde ve desteğinde büyüyen ve devlet kurumlarına yerleşen Cemaat, 15 Temmuz kaosuyla “irtica faaliyetleri” gerekçe gösterilerek tasfiye edilmiştir.
Oysa Cemaatin faaliyetlerinin tamamı iktidar himayesinde ve desteğinde olmuştu. “İrtica” veya “devleti ele geçirme” olarak tanımlanan bu faaliyetlerin tamamına iktidar da ortaktır.
İnşa edilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi de ‘demokrasi ve hukuk’ devletine alternatif olarak getirilen bir vesayet sisteminden başka bir şey değildir. Cumhur ittifakı da bürokrasi de ve yasadışı yapılanmalar ve çeteler de gücünü bu sistemden almaktadır.
Bu bağlamda Cumhur İttifakı’nı; Vesayet Sistemi’nin sahibi değil, taşeronu olarak görmek gerekmez mi?
Bu durumda Cumhur İttifakı’yla rekabet etmek, yarışmak, taşeronla yarışmak anlamına gelmeyecek mi?
“Millet ittifakı” olarak tanımlanan partilerin iş birliği, Cumhur İttifakı karşısında söz konusu olduğunda bir “iktidar mücadelesi” olarak tanımlanmakta ve Cumhur İttifakı’nın alternatifi olarak görülmektedir.
Sorunun çözümü, Cumhur İttifakı’na karşı bir alternatif oluşturmak değildir. Bu durumda muhalefet kazanınca iktidarla yer değiştirmiş olacaktır. Seçimler de iki ittifakta yer alan partilerin rekabetinden ve mücadelesinden ibaret kalacaktır.
Oysa Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin, diğer bir ifade ile otoriteryen vesayet sisteminin alternatifi herhangi bir parti veya partiler ittifakı değil, demokrasi ve hukuktur.
Bu nedenle doğru olan; Millet İttifakı yerine geniş tabanlı bir Demokrasi İttifakı kurmaktır.
İktidar değişikliği elbette çok önemlidir ve mevcut iktidar mutlaka değişmelidir. Miadını doldurmak üzere olduğuna da inanıyorum.
Ancak daha önemli olan; çoğulcu bir siyasi zemin oluşturarak ‘demokrasi ve hukuk’ ortak paydasında yeni bir siyasal sistem inşa etmektir.
Bunun için de demokrasi zemini oluşmadan Türkiye’nin temel sorunlarını güven içinde tartışmak ve çözüm önerileri geliştirmek mümkün değildir.
Demokratik zemini ve bu zeminde partiler arası diyalog ve uzlaşmayı seçim ittifakından daha çok önemsediğimi belirtmek istiyorum.
Benim açımdan öncelikli ve önemli olan; partiler başta olmak üzere muhalif unsurların Cumhur İttifakı’na karşı seçim ittifakı yapmaları değildir. Vesayet Sistemi’ne, yani otoriteryenizme karşı Demokrasi’de İttifak kurmalarıdır.
Bunu başarmanın yolu da korkuları yenmek, “beka”, “irtica ve bölücülük” tehditlerine kanmamak, hukukun üstünlüğüne inanmak ve demokrasi ortak paydasında herkesle ve her kesimle bir araya gelme cesaretini göstermektir.
Muhalefet partileri arasında yaşanan gerilim ve güvensizlik kabul edilemez. Farklı politikaları veya farklı ideolojik yaklaşımları nedeniyle seçim ittifakı yapmayabilirler, bu bir tercihtir, buna hiçbir parti de zorlanmamalıdır.
Vesayet düzenine karşı demokrasi zemininde bir araya gelmek, ülkenin temel sorunlarını konuşmak, çözümleri için diyalog içinde olmak, demokrasi ve hukuk düzenini tesis etmek için ittifak yapmak ve ortak bir cumhurbaşkanı adayı çıkarmak bir tercih değil, bir zorunluluktur.
İdeolojik ve politik farklılıklarımıza rağmen ülkemiz için bir araya gelme ve fedakârlık yapmak zamanıdır.
Fedakârlık; öncelikle siyasi partilere, siyasetçilere, aydınlara ve hepimize düşmektedir.
Abdulbaki Erdoğmuş