ZEHRA’NIN GÖZLERİNİ GÖREBİLMEK

ZEHRA’NIN GÖZLERİNİ GÖREBİLMEK

“Filistinli Zehra’nın Gözleri” adlı filmi pek çoğumuz izlemişizdir. Bir virüs salgını olduğu ve gözleri kör edebileceği iddiasıyla, mülteci kampındaki çocukların, BM’nin izniyle göz muayenesi yapılır. Oysa ki; israilli bir komutan, görmeyen oğluna nakletmek için sağlıklı gözler aramaktadır… Zehra’nın güzel gözleri alınır; kurşuni yaşlar dolar, izleyenlerin ne renk olduğu hiç fark etmeyen gözlerine. Zehra göremez; ekran başındakiler inanmak istemez gördüklerine. Zehra: “Yeniden görebilecek miyim?” diye sorar; seyircilerin takati kalmaz, bu kadar kirletilmiş dünyanın tek karesini görmeye… Keşke tamamen hayal ürünü olsaydı filmde anlatılanlar. Gerçek kişi ve olaylarla hiçbir ilgisi bulunmasaydı… Zehra’nın gözleri senaryo olsa bile, Zehraların gözlerinin ve diğer organlarının alındığı, hakikatin ta kendisi. Zehralarımızın ve adı Zehra olmayan çocuklarımızın böbrekleri, karaciğerleri, kalpleri, kalp kapakçıkları, korneaları çalınıyor.

israil, dünyanın en geniş çaplı organ kaçakçılığının merkezi. Necmettin Erbakan Hocamızın: “Biz her taşın altında siyonizm var demiyoruz. Sadece siyonizm hiçbir taşın altını boş bırakmaz diyoruz.” sözlerindeki haklılığını canlı tanıkları olarak yaşıyoruz. Yalnızca Filistin’deki değil, dünyanın hiçbir yerindeki çocukların güvende olmadığını, yaşanan gelişmelerle görüyoruz. Geçtiğimiz günlerde New York’ta Ortodoks Yahudilere ait Chabad-Lubavetch Sinagogu’nun altında yasadışı kazılmış gizli tüneller bulundu. 10 haham gözaltına alınırken, Yahudilerin polise tünellerin kapatılmaması için mukavemet gösterdiği kaydedildi. Tünelden bebek puseti ve kan lekeli yatakların çıkması ise son derece dikkat çekiciydi.

Avustralya’da her yıl 20 bin, Kanada’da 45 bin, Almanya’da 100 bin, Hindistan’da 96 bin, Rusya’da 45 bin, İspanya’da 20 bin, İngiltere’de 112 bin; ABD’de 460 bin çocuk kayboluyor. Ülkemizde ise 2008-2016 yılları arasında 104 bin 531 çocuğun kaybolduğu TÜİK verilerinde yer alıyor. Ancak ilginç bir şekilde 2016’dan sonra TÜİK bu verileri açıklamayı bırakıyor. 2016 yılına kadar olan son 9 yılı baz alırsak, bu rakamlar Türkiye’de yılda 10 bin, günde 32 çocuğa tekabül ediyor. Peki, kaybolan bu çocukların akıbeti ne oluyor? Maalesef, pek çoğundan bir daha haber alınamıyor. Kaçırılan çocukları; organ mafyası, uyuşturucu tacirleri, pedofili çeteleri yanında, siyonistlerin sapkın ayinlerinde kullandıkları da bilinen bir gerçek. ABD CNN’in yaptığı bir açıklamada; organ ticaretinde israilin birinci sırada yer aldığı ve organların Çin’e, Avrupa ülkelerine, en çok da ABD’ye götürdüğü beyan ediliyor. El-Cezire Televizyonu’nun “Sınırsız” adlı programına konuk olan İsveçli gazeteci Donald Buastrum: ABD’li hahamların, siyasilerin, akademisyenlerin ve iş adamlarının dahil olduğu organ mafyasının; Filistinli, Cezayirli, Iraklı çocukları kaçırarak iç organlarını çaldığını söylüyor. Bu organ mafyasının 1948’den bu yana var olduğunu ve içleri boşaltılmış gençlerin mezarlarına da ulaştığını, Filistinli gençlerin bedenlerinin iç organları çıkartılarak batılı ülkelere kaçırılmaya devam edildiğini bildiriyor. Tel-Aviv’e yakın Ebu Kebir Tıp Merkezi’nin başkanı olduğu dönemde Prof. Dr. Yahuda Heys adlı cerrahın, 2005 yılında 125 kadar Filistinli gencin cesedinde gayrı meşru otopsi yaparak iç organlarını çıkardığını itiraf edişi de, yine El-Cezire Televizyonu’nda yayınlanıyor. Gazze’deki katliamları yetmiyormuş gibi; israilin, Filistin halkının organlarını çaldığı da, pek çok haber kanalına konu oluyor. On binlerce Filistinliyi suçsuz yere hapishanelerde tutan İsrail, mahkumları işkence ile öldürüyor, organlarını alıyor, cenazeleri ailelerine vermiyor. İnançları gereği organ bağışı yapmayan Yahudilerin, özellikle böbrek, karaciğer, kornea, kalp ve kalp kapakçığı gibi organlarını çalıp cesetleri gömdüğü, aralarında Yahudi doktorların da bulunduğu uzmanlar tarafından itiraf ediliyor.

Şeytanın Orta Doğu Şubesi israil, kötülükte sınır tanımıyor. Diriler gibi ölüleri de rahat bırakmıyor. Gazze’den dönen İngiliz doktor Ranjeet Brar; küçük çocuklar da dahil, israilin öldürdüğü Filistinlilerin organlarını çaldığını gözleriyle gördüğünü söylüyor…

Dünyanın en büyük insan deri bankası da israile ait. Yanık yarası olan askerler gibi israillileri tedavi etmek için bedenlerinden deri alındığı da itiraf edilenler arasında. israilli askerlerden hiçbir deri almadıklarını; Filistinlilerden, Afrikalı işçilerden, sığınmacılardan ve yabancılardan aldıklarını açıkça anlatmaktan geri durmuyor, deri bankasının görevlileri. Buna ilaveten Filistinlilerin el konulan bedenlerinin, araştırma amacıyla tıp fakültelerinde kullanıldığını da, israilli doktor Meira Weiss yazdığı kitabında dile getiriyor.

israil 7 Ekim’den bu yana öldürdüğü onlarca Filistinlinin cesedine de el koydu. israilin; en az 145 kişinin naaşını morglarda, 255 kişinin cesedini de Ürdün sınırı yakınlarında bulunan ve halka açık olmayan bir bölgede tuttuğu, Filistinli yetkililerce bildiriliyor. Ayrıca El-Şifa Hastanesi’nin avlusunda kazılan bir toplu mezardan cesetleri çıkararak götürdüğü de, gelen bilgiler arasında. Bu organ ve ölüleri çalma olayları, İnsan Hakları İzleme Örgütü tarafından da doğrulanıyor ve tıp uzmanlarının Gazze’deki bazı cesetler üzerindeki incelemesinde karaciğer, kalp, böbrek gibi hayati organların kayıp olduğunun tespit edildiği açıklanıyor.

New York’ta sinagogun altında bulunan gizli tüneller, Yahudilerin kaçırdıkları Yahudi olmayan çocukların kanlarını almak için kullandıkları iğneli fıçı yöntemini de gündeme getirdi. İğneli fıçı yönteminde, fıçı iğnelerle kaplıdır ve çocuk fıçının içine canlı canlı kapatılır. Hahamlar fıçıyı dakikalarca yuvarlar. Ardından, fıçının dibindeki musluk açılır ve toplanan kan ayinlerde kullanılmak ya da Mayasız Bayramı’nda yenilen mayasız ekmeklere karıştırılmak üzere alınır. 1803’te Moldovalı Rahip Neophite bir kitap yazmış ve kan içme mevzusunu detaylarıyla anlatmıştır. Bir hahamın oğlu olan Neophite, Yahudilikten çıkıp Hristiyan olur. Babasının inancındaki kanla ilgili ayinleri anlatır. Bazı Yahudi tarikatlarının insan kanı kullandıklarında, Yehova katında daha üstün olduklarına inandıklarını deşifre eder. Pesah (Mayasız) Bayramlarında ise, bir hafta boyunca mayasız ekmek yapılır ve yenir. Yahudilerin bazı kollarına göre, bu ekmeklerin en makbul olanları, içine insan kanı katılanlardır. Bazı tarihçilerin bildirdiklerine göre Pesah Bayramları, Avrupa’da her yıl küçük çocukların kaybolduğu dehşet günleri olmuştur. Yahudilerin tarih boyunca yaşadıkları ülkelerden sürülmelerinin nedenlerinden birisi de bu sapkın inançtır. Özellikle de 16. yüzyılda İspanya’da kan içme olayları gündeme gelmiş, bu süreçte sayısız çocuk kaybolmuş ve cesetlerin bir bölümü tamamen kanı çekilmiş halde bulunmuştur. Hatta Osmanlı zabıtlarında da 1700 ve 1800’lü yıllarda bu tür hadiseler kayda geçmiş; Şam, Amasya, Rodos, İstanbul ve İzmir’de yaşananlar sonucu pek çok Yahudinin idam edildiği belirtilmiştir.

Tahrif edilmiş Tevrat’ın Mezmurlar Bölümü’nde: “İşte benden ve miras olarak sana milletleri, mülkün olarak yeryüzünün uçlarını da vereceğim. Onları demir çomakla kıracaksın; bir çömlekçi kabı gibi onları parçalayacaksın.” cümleleri yer alır. Hezeikel Bölümü’nde: “Yiğitlerin etini yiyeceksiniz ve dünya beylerinin kanını içeceksiniz. Sarhoş oluncaya kadar kan içeceksiniz.” ifadeleri mevcuttur. Yeremya Bölümü’nde de: “Onları kasaplık koyunlar gibi ayır ve öldürme günü için onları hazırla.” sözleri dikkat çekmektedir. Samuel Bölümü’nde ise: “Şimdi git…..Onların her şeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme. Erkekten kadına, çocuktan emzikte olana kadar hepsini öldür.” cümleleri kan dondurucudur.

Siyonizm, vahşetin eş anlamlısıdır. Dehşetin hayal bile edilmeyeni, sapık inançları rehberliğinde gerçekleştirilebilir. Kendilerini üstün ırk ve seçilmiş insanlar kabul eden siyonistler, onların dışındaki insanlara zulmetmeyi hakları sayar. Hatta dinde yer alması mümkün olmayan uydurulmuş kitaplarına tabi olarak, ibadet aşkıyla katliamlar yapar. Vaat edilen toprakları kendilerine ait gördükleri gibi, bu topraklarda bulunan her şeyin de onlara ait olduğu ve istedikleri şekilde tasarruf edebilecekleri düşüncesi hakimdir.

Sinagogun altında keşfedilen tüneller, pedofili suçundan tutuklu bulunduğu sırada intihar ettiği iddia edilen Jeffrey Epstein dosyasını da doğal olarak akıllara getirdi. Reşit olmamış 100’lerce belki de 1000’lerce çocuğun; cumhurbaşkanları, başbakanlar, iş adamları, sanatçılar, sporcular vb. çok ünlü isimler tarafından istismar edildiğinin gündeme düşmesi, kayıp çocuklarla ilişkilendirildi... Bir anne-babanın, gözünden daha iyi baktığı çocuğunun kayıp olması ve başına ne geldiğini bilmemesi, en ağır imtihanlardan biridir elbette. “İşkence mi görüyor, fuhuş mu yaptırılıyor, uyuşturucu mu sattırılıyor, organ mafyasının elinde mi” gibi düşüncelerin dehşetindense, pek çok ebeveyn evladını bir mezara gömebilmiş olmayı tercih eder belki de. Yazık ki İsrail; çocuklarının bir kabrin içinde olduğunu bilme imkanı bile bırakmıyor, Gazzeli anne-babalara. Dirilerine yaptığı gibi topraktan çıkarıp zulmetmeye devam ediyor ölü bedenlere.

Çocuk istismarcısı Jeffrey Epstein’in özel pilotu Nadya Marçinko sorgusunda, Epstein’in Türkiye’den de kız çocukları kaçırttığını ve ABD’ye götürdüğünü açıkladı. Bunun üzerine, 1999 ve 6 Şubat 2023 depremleri sonrası kaybolan çocuklarımızın bu iğrenç ağa düşüp düşmedikleri hususunda ciddi soru işaretleri oluştu kafalarda. Adana’dan İncirlik Üssü’ne, oradan da ABD’ye kaçırılan çocuklarla ilgili iddiaların ATV programcısı Esra Erol’un programında gündeme gelmesi ve aniden konunun kapatılması da yeniden hafızalarda canlandı. Enteresandır ki; “Epstein davası ve Türkiye’den kaçırılan çocuklar iddiası” hakkında Saadet Partisi Ankara Milletvekili Mesut Doğan’ın verdiği soru önergesi, AKP ve MHP oylarıyla reddedildi. Adana Doğum Evi’nden İncirlik’e götürülen ve 1999, 2023 depremlerinin ardından yurt dışına kaçırılan çocuklarımız ile ilgili şaibeler sürerken, bu araştırma önergesinin reddedilmesi kabul edilebilir değil elbette. Şayet tek bir çocuğumuz kaçırılmışsa, tek bir çocuğumuz iğrenç pedofili ya da sapkın ritüellerde kullanılmışsa, kurtarılmayı bekleyen tek bir çocuğumuz varsa; dünyanın altını üstüne getirmemiz gerekmez miydi? Vatandaşlarının can güvenliğini temin etmek değil midir, bütün devletlerin ilk ve en mühim vazifesi?

“Dünyayı sübyancı bir çete yönetiyor.” diyen ve kendisi de eski bir satanist ritüel kurbanı olan Avusturyalı gazeteci Fiona Barrett, 1985’te şahit olduğu ritüeli şu şekilde anlatıyor: “Çok ünlü isimler ‘Tanrı yok’ şeklinde slogan atarak şeytani tanrılarına ibadet ediyorlardı. Törenle çemberin merkezine yatırdıkları hamile bir anneyi öldürdüklerine tanık oldum. Kadının karnından çıkarttıkları çocuğu bir bıçakla parçalara ayırıp altın bir tepsiye koydular. Bu şekilde bir çeşit şarap-ekmek ayini benzeri bir ritüel yaptılar. Sonra hipnotize edilmiş, muhtemelen kendini kontrol edemeyen veya tamamen sersemlemiş robot gibi olan çocuklar getirildi. Samuray kılıcı ile her çocuğun kafasını kestiler. Sonra ayin yapan satanist gruptakiler çocuklara tecavüz etmeye başladı. Onlar bir çılgınlık halindeydi. Sonra kadının ve çocuğun adrenalinli kanını içerek sarhoş oluyorlardı. Satanistler insan kanındaki yüksek adrenalinin bağımlısıdırlar.”

Kaçırılan çocukların uğradığı vahşetin bir sebebi de, adrenochrome elde etmek. Hücre yenilenmesini sağlayarak yaşlanmayı %60 yavaşlatması ile bilinen adrenochrome’u bilhassa Hollywood yıldızları, Beyaz Saray’dakiler, bazı devletlerin yöneticileri ve üst düzey siyonistlerin kullandığı biliniyor. Adrenochrome, vücutta salgılanan adrenalinin oksitlenmiş hali yani kimyasal bir uyuşturucudur. Vücut bu kimyasalı korku veya heyecan sırasında gerçekleşen adrenalin patlaması ile salgılar. Kurbanlar işkenceye maruz bırakılır ve ölüm süresi mümkün olduğunca uzatılır. Bu şekilde salgılanan adrenochrome miktarı çoğalır ve kurban öldürüldükten sonra boynun arka kısmından şırınga yardımıyla alınır. Genellikle 0-9 yaş arasındaki çocuklardan elde edilir. Adrenochrome’un kalitesi, kurban edilen çocuğun yaşı ve ölüm anında salgıladığı adrenalin miktarına bağlıdır. En kaliteli adrenochrome’un, 9 yaşın altındaki çocukların işkenceye ve dehşete tabi tutulmasıyla elde edildiği söylenir. Küçük bir çocuk, yetişkinden daha saf olduğundan, hissedeceği korkunun miktarı da adrenalinin kalitesini artırır.

Zehralarımızın gözleri güvende değil. Adı Zehra olan ya da olmayan, Filistin’de yaşayan ya da yaşamayan dünya çocuklarının canları, kanları tehlikede. Sadece Müslüman ailelerin evlatları değil, Hristiyan ya da başka inanç mensubu ebeveynlerin çocukları da kaçırılıp; pedofililer, organ mafyaları ve şeytani ayinlerin insan kılığındaki şeytanları tarafından kullanılıyor. Mesela; israilin, Güney Afrika’ya çocuk kaçırma seferleri düzenlediği biliniyor. Çocuklarımızın kalpleri, böbrekleri, karaciğerleri, korneaları var zalimlerin hedefinde. Yahudi olmayan tüm çocukları kurban edebilen siyonistlerin, gördüğümüzden ziyade göremediğimiz zulmü var belki de. Bazen bir vesileyle yüzeye çıksa da, vahşetin en akla ziyanı buz dağının altında. “Zararı Filistinlilere” deyip müsterih olmasın hiç kimse. Evlatlarımızı, topraklarımızı, yer altı ve yer üstü kaynaklarımızı ele geçirmek var binlerce yıllık planlarında. Zannedilmesin ki, bugün Gazze’de yaşananlar Gazze ile sınırlı kalacak. Siyonizm belası yeryüzünden def edilmedikçe, bir yılan gibi tüm insanları sokacak. Çocuklar anne-babasız, anne-babalar evlatsız bırakılacak. Her gün daha da artacak, beşeriyetin adalete ve kardeşliğe hasreti. Batılın hakimiyetinden Hakk’ın hakimiyetine geçilmedikçe, göremeyeceğiz güneşli günleri. Tek çare var; İslam Birliği’nin aktifleştirilmesi ve huzur, barış dolu bir yönetime kavuşulması. “Bu İslam ülkeleriyle mi” demeyin lütfen. Asırlardır dünyayı idare eden şer güçlerin emrine amade olmaktansa, söz sahibi olmayı yeğleyecektir Müslüman halkların liderleri. Piyonluktan kurtulup şah tahtına oturmak, mutmain edecektir kalplerini. Kendi ülkelerinin lehine kararlar almanın, kendi yer altı ve yer üstü zenginliklerini kendi milletleri adına kullanmanın vicdani rahatlığıyla yaşamak yetecektir belki de kendilerine. Dünyanın süper kahramanı olarak, bütün coğrafyalara barışı, adaleti taşıyarak saygı görmek, kimin hoşuna gitmez ki? Korkudan değil sevildiği için değer görmek, hangi liderin hayalini süslemez ki? “İnsanlığa yüzyıllardır yapılan zulümlere son verenler ve zalimlerin sultasını devirenler arasında şu ülkenin yöneticileri de var.” denilerek, parmakla gösterilmenin onurunu taşımayı, hangi idareci istemez ki? Yeter ki; bir araya gelip İslam Birliği’ni harekete geçirerek, yeryüzünü Hak üzere yönetebilecek bir güç olacaklarına inansınlar. Yeter ki; siyonizme mahkum olmadıklarını anlasınlar. Yeter ki; bu batıl sistemi yerle yeksan edip tüm beşeriyeti özgürlüğe ulaştırmalarının mümkünlüğünü gösterebilecek ve sözlerini eyleme dönüştürebilecek, Necmettin Erbakan Hocamız gibi bir liderin öncülüğüyle karşılaşsınlar.

İslam Birliği’nin ivedilikle hayata geçirilmesi, Zehralarımızın ve tüm çocuklarımızın büsbütün güvende olması duasıyla…

Saygılar…