Açık ve net konuşayım. Daha küçük bir çocukken, henüz Uzay Mekiği bile ilk uçuşunu yapmamışken, Skylab uzay istasyonu yeryüzüne düşürülürken yani 1970’lerin sonlarından beri uzay ve uzayın keşfi konusuna meraklıyım. Çok yakından takip ederim. Her ne kadar pozitif bilimlerde eğitim almamış olsam da, bir mühendis veya benzeri yetkinliğim bulunmasa da, bir sosyal bilimci olarak bu konunun politikle ve kültürle ilgisini araştırabilecek yeterlikte olduğumu düşünüyorum. Bu hafta Cumhurbaşkanı’nın büyük bir şölenle duyurduğu, altının boş olduğu bir iki gün geçmeden anlaşılan, uzay programına neden sevinemediğimi, ve neden bu ekibin Türkiye’yi yeni keşifler çağına taşıyamayacağını bu bilgi birikimime dayalı olarak açıklamam gerekiyordu.
Eski Camlar
Aşağıda okuyacağınız yazıyı bundan yaklaşık 6 yıl önce yazmışım. Uzayın keşfi trenini neden kaçırmakta olduğumuzu, kendimize özgü sosyo-politik kalıplarımızın 500 yıldır bizi hapsettiği tuzağı, bilim, teknoloji ve politiğin etkileşimi içinde tarihsel sürecin nasıl oluştuğunu açıklamaya çalışmışım. Türk uzay programı gibi heyecanla beklediğim bir konuda yapılan açıklamaların neden bende bile neden heyecan yaratamadığını açıklama ihtiyacı hissedince (önce LinkedIn’de, daha sonra açtığım popüler bilim blogu olan uzakevrenler.com’da yayınladığım) bu eskiyi yazıyı bir kez daha okudum. Bu yazının üzerine yeni hiç bir şey yazmaya gerek olmadığını gördüm.
Güncellenmesi gereken şeylerin o tarihte yakın gelecek sayılan şeylerin, Çin’in Ay’a araç indirmesi, Birleşik Arap Emirliklerinin Mars’ın yörüngesine uydu yerleştirmesi (ne tesadüf ki bizim uzay programının açıklandığı güne denk geldi), kafayı askeri teknolojiler üretmeye takmış olmamız, asteroitlerden maden çıkarmak için yasaların çıkarılmış olması gibi şeyler. Bir de el atmışken tozunu almak babından başlıkları yeniden düzenleyeyim dedim.
Kısacası köprünün altından çok sular akmış ama bizim arızalı “düzen” arayışımız aynı kalmış. Daha 3 yıl önce büyük vaatlerle, hayaller satarak Türkiye’yi uçuracağı söylenen, tüm yetkileri bir kişinin eline veren “Türk tipi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denilen garabetin daha imzası kurumamışken, yeni Anayasa’dan bahsedebilme “aymazlığını” da hesaba katarak okuyun bu yazıyı.
Roma Bir Günde Kurulmadı
1492 yılında Kristof Kolomb, o zaman Hindistan zannettiği yere ilk adım attığında büyük bir ihtimalle Batı’nın küresel hakimiyetinin bu topraklarda hüküm süreceğinin ve bu hakimiyetin tarihte ilk kez bütün insanlığa yön veren bir maddi bir medeniyete dönüşeceğinin bilincinde değildi. Amerika’nın keşfinde Kristof Kolomb’un girişimciliği ve cesareti sebebiyle bireysel başarısı olduğu kadar tarihsel süreklilik içerisinde şartların olgunlaşmasının da rolü büyüktür.
Kristof Kolombu Amerika sahillerine ulaştıran bu süreçte dünyayı nasıl algıladığımız konusunda yaşanan düşünsel değişimin payı da bulunmaktadır. Oluşmasında antik Yunan’dan Hindistan’a, Çin’den İslam Dünyası’na kadar pek çok medeniyetin bilinen ve bilinmeyen katkısı bulunan bu dönüşüme bizim bilgi ve ilerleme arasındaki ilişkiyi halen anlayamamış olma halimize ışık tutabilir ümidi ile bir göz atalım. 12. yüzyıldan itibaren antik Yunan düşüncesinin ve özellikle Aristo’nun yeniden keşfedilmesi sayesinde Batılılar manevi dünya ile maddi dünyayı birbirinden ayırmaya başladılar.
Bu dönüşümde teknolojinin gelişimi ve daha önceki kaşiflerin de rolü var doğal olarak. Okyanus aşan karavela gibi gemilerin üretilmesi, pusula dahil seyrüsefer teknolojilerinin gelişimi, haritacılığın ilerlemesi gibi gelişmeler Kristof Kolomb’un atıldığı macerasını başarıyla tamamlamasında etkili oldu. Daha 1297 yılında Avrupa’nın en ünlü denizci devletlerinden Cenevizlilerin okyanusu aşmaya çalıştıklarını ancak yola çıkanlardan bir daha haber alınamadığını biliyoruz. 13. yüzyıldan itibaren giderek artan bir şekilde ve özellikle coğrafi konum olarak avantajlı durumdaki Portekizlilerin öncülüğünde Afrika sahillerinin keşfi bir yandan Okyanusu aşmak için gerekli tecrübe birikimini sağlarken, bir yandan da bu konuda gerekli cesareti vermiş olmalıdır. Tabii o dönemin ileri medeniyeti olan İslam Dünyası ile Batı dünyasının etkileşiminin de sürece katkısının altını çizmek lazım.
Müslümanların Ürettiği Bilim Nereye Gitti?
Aynı dönemi yani 12 ile 15. yüzyıllar arasında yaşanan dönemi bizim açımızdan ele aldığımızda, İslam biliminin giderek silikleştiğini görüyoruz. İbn-i Rüşt gibi Aristo düşüncesini yeniden yorumlayan, İbn-i Haldun gibi toplumsal bilimleri keşfeden büyük dahiler bulunmakla beraber üretilen bilgiyi sürdürüp bir sonraki nesle aktaramadığımızı görüyoruz.
İslam bilimi bu dönemde bir anlamda içine kapanarak, üretilen dahiyane fikirlerin farkına varamamış, üzerlerine yeni şeyler koyamamış dolayısıyla sürdürülebilir bir gelişme sağlayamaz hale gelmiş ve giderek sönükleşmiştir. Oysa 12. yüzyıl gibi rönesans öncesi bir dönemde bile İslam coğrafyasının hala İbn-i Rüşt dahiler üretebildiğini görüyoruz. İbn-i Rüşt aklı inancın tamamlayıcısı ve olmazsa olmaz açıklayıcısı olarak gören bir ekolün son düşünürlerinden birisidir. İbn-i Rüşt ne yazık ki bir kendisinin ardından takipçilere sahip olamadan İslam dünyasında kaybolmuş ama aynı dönemde Averroes adıyla Batı dünyasında nam salmış ve ölümünden bir kaç yıl sonra Avrupa’da açılmaya başlayan ve hızla tüm kıtaya yayılan üniversite denilen eğitim kurumlarında en önemli bilgi kaynaklarından birisi haline gelmiştir.
Bayrak Değişimi
İbn-i Rüşt’ün 1198’de ölümünden sadece çeyrek yüzyıl sonra 1225 tarihinde doğan St. Thomas Aquinas, İbn-i Rüşt’ün Aristo’dan etkilenerek ürettiği akıl ve inanç hakkındaki tartışmalarından da yararlanarak bin yıllık duraklamanın ardından Hristiyanlığa akılcı bir yaklaşım getirmeye çalışmıştır. Bu tarihten sonra İbn-i Rüşt, Aristo’nun yeni yorumlayıcısı olarak Batı’da Averroes namıyla kendisine sürekli referans yapılan, kendi dünyasında ise unutulan bir figüre dönüşmüştür. Doğu biliminin giderek gerilediği bu yüzyıllarda, siyasi konjonktür de bilginin bu coğrafyadaki çöküşünü hızlandırmış, İslam dünyası Moğol istilası, Haçlı Seferleri gibi büyük istila ve yıkımlara maruz kalmıştır.
Ayrıca küçüklü, büyüklü devletler arasında süregelen neredeyse kesintisiz siyasi çatışmaların ve kaosun bir sonucu olarak giderek daha güçlü ve merkezi devlet yapıları ortaya çıkmaya başlamıştır. Farklı görüşlerin doğurduğu çatışma ortamından bunalmış olsa gerek İslam Dünyası sonsuz ve adil devlet sistemi arayışlarına girmiş, bir anlamda düzeni bilimsel tartışmaya tercih eder hale gelmiştir.
Mehlika Sultan’ın Peşinde Boşa Geçen Yüzyıllar
Bu gelişmelerin sonucu olarak 15. yüzyıl Doğu siyasetinin üç veya dört büyük aktörün katılımı ile dengelendiğini söyleyebiliriz. Doğu biliminin hızlı bir inişe geçtiği bu dönem, İslam dünyasının politik denge ve düzen arayışının diğer tüm kaygılarını bastırdığı bir dönemdir. Bu sebeple Osmanlı İmparatorluğu, Safevi İmparatorluğu ve Babür İmparatorluğu gibi üç büyük gücün ortaya çıktığı ve mutlak hakimiyet sağladığı 16. Yüzyıl, bir anlamda İslam dünyasının düzen arayışlarını bir sonuca ulaştırdığı, gücünün doruğuna ulaştığı bir dönem olarak yorumlanabilir. Ancak bilimsel gelişme ile desteklenmeyen, daha ziyade önceki yüzyıllarda üretilen sanat, kültür ve bilimsel gücün üzerinde yapılanan bu siyasi güç birikimi bir iki yüzyıl içinde hızlı bir inişe geçecektir. Batının yeni dünyalar keşfettiği bu dönemde Doğu dünyasının bu keşiflerle hiç ilgilenmemiş, bu konuda her hangi bir belirgin çaba sarf etmemiş olmasını; hem keşfetmeye duyulan ilginin ya da bilimsel merakın ölümüne, hem de siyasi dengenin uzun kaos dönemi sonrasında kurulmuş olmasının bir tarihin sonu duygusu yaratmış olmasına bağlayabiliriz.
Tıpkı 12. yüzyılın, Batı biliminin yükselişe geçerek Doğu bilimini yakaladığı yüzyıl olarak tanımlanabileceği gibi; 16. yüzyıl benzer bir şekilde Batı politik gücünün Doğu politik gücü karşısında yeni bir küresel paradigma üreterek dengeyi sağlamaya başladığı yüzyıl olarak tanımlanabilir. Avrupa’da üretilen bu yeni politik paradigmalar İslam biliminin çöküşünün ardından Doğu coğrafyasının zamanla politik olarak çöküşüne ve dünya sahnesinden etkin güç olarak silinişine giden yolu açacaktır.
16. yüzyıldan başlayarak sonraki 500 yıl boyunca neler olduğunu hepimiz biliyoruz. Tüm dünyayı yavaş yavaş kolonileştirerek politik gücünü insanlık tarihinde görülmemiş noktalara taşıyan bir Batı ve onun karşısında kendisini umutsuzca yeniden konumlandırmaya çalışan ve bocalaması hala sürmekte olan bir İslam dünyası ve diğer kadim Asya medeniyetleri. Aydınlanma çağı ile insanlığı ve içinde yaşadığı dünyayı yeniden tanımlayarak, heyecan verici yepyeni keşiflerle ufuk açan bir Batı bilim dünyası ve onu geriden takip etme yöntemi ile kendisine bir yer bulmaya çalışan Doğu bilim dünyası.
Yukarıda izah edilen bağlamda, coğrafi keşifler ve kolonileştirmenin; bugünkü Batı medeniyetinin geldiği noktaya ulaşmasında çok kritik bir rolü olduğu gibi itici güç vazifesi de gördüğünü kabul etmek gerekir.
Savunma Psikolojisi Yenilmişlik Duygusunu Örtmeye Yetmez
Bu aşamada ötekileştirmeye bayıldığımız ama bir yandan da nimetlerinden sınırsız bir şekilde yararlandığımız Batı medeniyeti ile ilgili her gelişmeyi gözünü altın hırsı bürümüş sefil ve ahlaken yozlaşmış batılıların faaliyetleri gibi görmek ucuzculuğundan kurtulmamız gerektiğini söylemek durumundayım.
Bu tür kategorileştirmelerin kendimizi kandırmak dışında bize bir faydası olmadığını uzun bir süre önce anlamış olmamız gerekir. Sömürgeciliğin (kolonileştirmenin) ve kölelik gibi uygulamaların acımasızlığı, maddeci düşüncenin insan ruhunda açtığı yaralar gibi daha ziyade ahlak felsefesi ve politik teori bağlamında tartışılması gereken konuların bu makalenin konusu olmadığının altını çizmekte fayda görüyorum. Zira bu argümanlar sıklıkla, ne kadar haklı olduklarından bağımsız bir şekilde Doğunun yenilmişlik ve ezilmişlik psikolojisi içerisinde Batının kat ettiği gelişmelerin reddi ile sonuçlanan duygusal bir tuzağın araçları haline getirilmektedir. Gündelik dilde söylenen şekli ile “züğürt tesellisine” kaçan savunma içgüdüsü ile beslenen bu tür söylemler, aynı zamanda gerçeği doğru bir şekilde araştırıp, analiz edebilmemizin önünde de ciddi bir engel teşkil etmektedir. “Tarihi tekerrür diye ta’rif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?” diyen Mehmet Akif Ersoy’un ifade ettiği gibi tarih geleceğimizi şekillendirmek için sahip olduğumuz araçların başında gelmektedir.
Batı Düşmanlığı Bize Bilimsel İvme Kazandırır mı?
Bu bağlamda Batının yarım bin yıl önce gerçekleştirdiği gelişmeyi analiz etmeye çalışmamızın aslında pratik bir nedeni var. Batının bilgi konusundaki üstünlüğünü fark etmemizin üzerinden neredeyse iki yüzyıl geçti. Bu süre içerisinde Batının olgunlaştırdığı bilgiye ve akla dayalı metodoloji ve araçları elimizden geldiğince adapte etmeye ve benzeri bir altyapı oluşturmaya çalıştık.
Bizim de dünyada ilk 100’e giren üniversitelerimiz var (Not: 2015’te varmış demek ki. Artık Yok). Ancak toplumun itici gücünü oluşturan arayışımız nedir diye sorduğumuzda ne yazık ki hala ana konumuzun tıpkı 500 yıl önce olduğu gibi politik düzen ve denge arayışı olduğunu itiraf etmek durumundayız.
Neredeyse bir yüzyıl uğraşarak oluşturduğumuzu düşündüğümüz demokrasimiz hala kendi kendini üretme kapasitesinden uzak ve toplumun tüm unsurlarını kapsayacak ve herkes tarafından kabul edilen bir toplumsal sözleşme oluşturma noktasından çok uzak. Hala iç siyasette, unsur ve hiziplerin güç ve alan paylaşım kavgası ile meşgulüz. Bir başka ifade ile hala düzen arıyoruz. Ve görünen o ki nasıl bir yüz yıl önceki düzen arayışımız tekil güce dayanan bir yapı ile sonuçlandı ise modern bir demokrasi kurma yerine adet olduğu üzere farklı seslerin parazit yapmadığı (tırnak içinde), huzurlu ve kaynakların tek elden dağıtıldığı bir düzen kurma arayışının ötesine geçemiyoruz.
Devlet denilen organı, kişi ve toplumsal gruplardan soyutlamayı başarabildiğimiz söylenemez. Bugün İslam camiasını oluşturan unsurların birbirini insanlık dışı yöntemlerle parçalamakta olduğu bir kaos dönemini yaşıyoruz. Hala 500 yıl öncesinin merkezi imparatorluklarında olduğu gibi içte ve dışta sükuneti ve düzeni sağlamış, fikirlerin çatışmasına dayalı ilerlemeye otomatik olarak engel olan, insanlık seviyesinde evrensel düşünceler üretemeyecek şekilde yerelliklerle kendini bağlayan yepyeni bir denge yapısı kurma arayışımız devam ediyor gibi görünüyor.
Treni kaçırıyor muyuz?
Asıl dikkatinizi çekmek istediğim konu biz 500 yıldır siyasi denge arayışımıza devam ederken, yeni bir keşifler çağının arefesinde olduğumuz gerçeğidir. Batının başlattığı yayılma hareketinin bir sonucu olarak artık hepimiz küresel seviyede düşünebiliyoruz. Söylemek istediğim husus artık küresel paradigmanın bile eskimekte olduğudur. Batı artık küresel ötesi yeni bir paradigmanın temellerini atıyor.
Batıda üretilen bilginin en çok kültürel kısmına aşina olduğumuzdan ve en kolay kültür ürünlerini tükettiğimiz için bilim-kurgu olarak algıladığımız yepyeni bir dünyanın kapılarını açıyorlar. Tıpkı 500 yıl öncesinin keşiflere öncülük eden uzak diyarlara ait masallarının gerçek öteliği ile – iki kafalı insanlar, maymun adamlar, deniz kızları vb. – dalga geçerek, kültür alanı dışındaki asıl gelişmeleri gözden kaçırdığımız gibi bugün de benzer bir durumdayız.
Biz herkesin mutlu ve eşit yaşayacağı, her şeyi bilen, gören ve mutlak adalet dağıtan ve aslında gerçek dünyada var olması mümkün olmayan ideal siyasi düzeni (nizam-ı alem) ararken bir kere daha treni kaçırmak üzere olduğumuzun farkında değiliz. Bilmemiz gereken husus, insanlığa katkı yapan ve yan ürün olarak benzersiz bir sosyal, ekonomik ve kültürel kalkınmayı tetikleyen ve bugün yaşadığımız ve nimetlerinden istifade ettiğimiz modern dünyayı oluşturan itici gücün “bilinmeyeni keşfetme” arzusu olduğudur.
Bizim zannettiğimiz gibi herkesin mutlu yaşayacağı “ideal düzen” arayışından çok farklı bir itici güçten bahsediyoruz. Şu anda bizim kültürel tüketimimiz üzerinden bilim-kurgu olarak algıladığımız yeni paradigmayı basitçe dünya ötesi olarak ifade edebiliriz. Lafı uzatmadan söyleyelim, uzay araştırmalarından bahsediyoruz.
Bir kısmımız Batının ve yeni uyanan Uzak Doğunun uzay merakının salt bilimsel kaygılardan ibaret bir ilgi alanı olduğunu zannediyor olabiliriz. Oysa uzay araştırmalarının ekonomik, sosyal ve politik sayısız sonucu var. Her saniye elimizin altında bulunan, ikide bir göz atmadan duramadığımız cep telefonu teknolojilerini hangi araştırmaların doğurduğunu düşünüyorsunuz.
Aydınlanma çağından beri giderek yoğunlaşan uzay bilimlerine duyulan ilgi bizi son elli yıldır atmosfer dışına çıkmaya ve bir başka kayaya ayak basmamıza kadar götürdü. Şimdi düzenli olarak yörüngede ve dünya dışında sürekli olarak varlığını devam ettiren içinde sürekli olarak insanların yaşadığı küçük bir uzay kolonimiz bile var.
Yepyeni bir Keşifler Çağının Eşiğinde
Bu yeni keşifler çağının henüz başında olduğumuzu söylemem lazım. Bir benzetme yapmak gerekirse henüz Atlantik okyanusunda Azor adalarına 1427 yılında ulaşan Portekizlilere benziyoruz. Ancak bilim-kurgunun ötesini okuyabilen ve bu konuda Batıdaki gerek bilimsel, gerek kültürel ve gerekse politik tartışmaları ve gelişmeleri takip edebilen herkesin görebileceği üzere Amerika keşfedildi, şimdi ise kolonileşme başlamak üzere. Mars’ta sadece eskiden yaşam olup olmadığını aramıyorlar. Aynı anda üzerinde kolonileşmenin mümkün olup olmadığını da araştırıyorlar.
Ay üzerinde ısrarla su aramalarının ve sonuçta bulmuş olmalarının yarattığı heyecanın sebebi sizce nedir? Veya neden Çin 2020’lerde aya ilk kez insan indirmeyi hedefliyor? Asteroit madenciliği diye yeni bir alan oluşuyor ve bunun ekonomik alt yapısı tartışılır duruma geldi. Ay üzerinde mülkiyet haklarının nasıl kurgulanacağı tartışmaları devam ediyor. Yani Batı ve onun yolundan ilerleyen Asya’nın yeni devleri Çin, Japonya ve Hindistan bilimsel gelişmelerin sosyal etkilerini de tartışmaya başlamış durumdalar. 2015 yılında asteroit kuşağının en büyük cismi ve bir cüce gezegen olan Ceres’e ilk kez bir uydu ulaştırmış olacaklar. (Not: Bu da tarih oldu) Türçesi şafak anlamına gelen “Dawn” uydusu bir yıl içerisinde Ceres’ten bize ilk görüntüleri gönderiyor olacak.
Ceres’in uzayda gezinen bir taş olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak uzaktan yapılan ölçümler doğruysa Ceres’in, güneş sisteminde donmuş halde de olsa en büyük su kaynaklarını barındırdığı düşünülüyor. Sizce asteroit kuşağında neden su arıyor olabilirler? Daha uzakta birisi Jupiter’in, bir diğeri Satürn’ün yörüngesinde yer alan ve bolca suya sahip olan Europa ve Enceladusa duyulan ilginin sebebi ne olsa gerek?
Uzayda yaşamı mümkün hale getirecek ucuz ve sürdürülebilir teknolojilerin araştırmaları da son hız devam ediyor. Ölümcül uzay radyasyonu ile nasıl mücadele edileceğinden tutun, kapalı ortamda bir grup insanın psikolojik sağlıklarını nasıl koruyabileceklerine ilişkin araştırmalar mevcut. Mars’ta gezegenin öz kaynakları ile dışarıdan malzeme aktarımına ihtiyaç duymadan üretilebilecek yaşam ortamlarının mimarisi tartışılıyor. Yeni keşifler çağı başladı ve tüm hızıyla devam ediyor.
Batıya ek olarak Hindistan ve Çin gibi yeni Doğulu süper güçlerde artık bu keşifler çağının oyuncuları arasına katıldı. Hindistan bu yıl Mars’ın etrafına ilk gözlem uydusunu yerleştirdi. Bunları sadece bilimsel araştırmalar olarak anlayan ve arkasında yatan sosyal, ekonomik ve politik sonuçları göremeyen ve hatta farkına varamayan, bütün bunları bilim-kurgu edebiyatının eğlenceli ürünleri olarak tüketen bizler için ise durum daha vahim.
Neden Olmuyor?
İdeal politik düzeni ararken, bilimi bilinmeyeni keşfetmeye değil, vizyonumuzu varsayımsal politik düzenimizin koruyucusu olabilecek askeri teknolojiler yani silahlar üretmenin ötesine taşıyamama tehlikesi altındayız. Evet ilk askeri tankımızı ve helikopterimizi imal ettik ama bunlar yapılalı neredeyse bir yüzyıl oldu.
Bundan bir beşyüz yıl sonra, inanılmaz derecede gelişmiş teknolojileri ile gezegenler arasında ticaret yapan, birbiriyle mücadele eden güçlerin arasında güç dengesindeki aşırı zayıf kalmış olması sebebiyle asimile olmuş, kimi Çince, kimi İngilizce konuşan torunlarımız olduğunu düşünmeniz gerekiyor.
Benzer bir ezilmişlik duygusunu bize yaşatan Batının kültürel üstünlüğü ile sonuçlanan bir süreçten geçtik. Bir benzerini çok daha büyük bir ölçekte yaşamaya hazır olmamız gerekiyor. Atı alan Üsküdar’ı geçmeden, felsefi olarak bilime ve dünyaya bakışımızı revize edip, başımızı önümüzden kaldırıp ufka bakmak gerekiyor. Birleşik Arap Emirlikleri gibi küçük ülkelerin bile 10 yıl içinde Mars yörüngesine uydu yerleştirmeyi planladığı (NOT: İki gün önce bu da gerçek oldu) bugün yeni çağın keşfe aç ufuklarının hayalimizin köşesinden bile geçmediğini görmek üzücü doğrusu.
Kim bilir belki biz önümüzdeki 50 yıl içerisinde kendi devlet-i ebed müddetimizi kurarız. Başkaları da Mars’a gitsin. “Sonuçta dünyanın canı mı çıktı?” demiyoruz değil mi?
Öyle anlaşılıyor ki istikbal hala göklerde.
Ya Sizce?