Baskın Oran

Ara bilanço deyişimin sebebi, kesin bilançoyu çıkarmaya biraz daha zaman var da ondan.   

Türkiye siyasetine İstanbul belediye başkanı (Mart 1994-Kasım 1998) olarak duhul ettiğinde, herhalde acemi olduğu için, eksiksiz bir şeriatçı tablosu çizmeye koyuldu. Mesela:

Bütün okullar İmam Hatip yapılacak (17.9.1994, Cumhuriyet). Elhamdülillah şeriatçıyız” (21.11.1994, Milliyet). 4 Aralık 1994’te, “Tutturmuşlar ‘laiklik elden gidiyor’, bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek, önüne geçemezsin. Ya Müslüman olacaksın ya laik, ikisi bir arada olunca ters mıknatıslama yapar” (21.08.2001, Hürriyet). “Yılbaşına karşıyım” (19.12.1994 Sabah). Ben İstanbulun imamıyım (08.01.1995, Hürriyet). “Sadece imamlar nikah kıysın” (09.05.1995, Milliyet). “İçki yasaklansın” (01.05.1996, Hürriyet). “Ben tekkeye değil dergaha gittim” (22.1.1997, Gözcü).

Kendi mahallesinden destek görünce de şu noktaya 1996’da varacak cesareti buldu: “Demokrasi bizim için bir amaç değil, araçtır. Amacımıza ulaşana kadar demokrasiye bağlıyız. Demokrasi bizim için bir tramvaydır. İstediğimiz durağa gelince ineriz.

***

2002 sonunda, bu şeriatçı söylem sayesinde değil ama, 2001 büyük ekonomik krizi sayesinde iktidara geldi, başbakan oldu. Yalnız, sadece kriz sayesinde değil:

Daha 16.07.2001’de Antalya’da, "Irka ve dine dayalı milliyetçiliği bir kenara koyarak, 65 milyonu kucaklayacağız. Türkiyelilik bilincini geliştireceğiz" diye mesaj vermek sayesinde. Seçim gecesi yaptığı ilk konuşmada, “İlk işimiz, AB düzenlemelerini yapıp üyelik tarihi almaktır” demesi sayesinde.

İktidar herkesin aşırılıklarını törpülermiş, derler. Ama burada aynı zamanda, ne söylense hınk diyecek yandaşlarıyla iktidar olunamayacağını ve kalınamayacağını da öğretiyor olacaktı. Nitekim, 2003-04’teki AB Uyum Paketlerini başarıyla nihayete erdirirken, Mayıs 2004’te Anayasa Md. 90/5’e Türkiye’nin bugüne kadar gördüğü en önemli çağdaşlık reformunu ekleyecekti: İnsan hakları konusunda yapılan uluslararası antlaşmalar, farklı hüküm taşıyan ulusal yasaların üstündedir.   

***

2013’e kadar epey inişli-çıkışlı gitti. Mesela 2005-2006’da, karikatürünü yaptılar diye Penguen, Cumhuriyet, Leman çizerlerine dava açıp mahkum ettirdi. Anlaşılan, bazıları için iktidar, törpülemek yerine “fıtrat”ı tetikleyebiliyordu ki, 2013’te Taksim’de yeşili korumak için yapılan Gezi protestosunu kendisine karşı darbe teşebbüsü olarak algılayıp büyük tepki verdi. Ardından da, “Bilal’e anlatır gibi anlat!” esprisinin doğmasına yol açan 17-25 Aralık 2013 yolsuzluk tapeleri patlak verince…

Ama iniş-çıkış dedik ya, cumhurbaşkanı seçilince 10.08.2014’te yaptığı ünlü “balkon konuşması”nda “77 milyonun cumhurbaşkanı olacağım” sözünü verirken, “Türkiyeli” kavramını daha da güçlü tekrarladı. Hem de, Türk ırkçılarının “Balkona çıktı, Türk kimliğine saldırdı” laflarına rağmen.

Bu arada, fazla uzun süren bir iktidarın fıtrat’ı tetikleme olayı temel kural olmaya başlamıştı. Yüzlerce insan “cumhurbaşkanına hakaret”ten tutuklanmak suretiyle mahkum edildi. Yargı mekanizması tümüyle Erdoğan tarafından seçilen YSK ve onun büyük icadı olan “Sulh Ceza Hakimlikleri” eliyle vesayete bağlandı. Ayasofya’nın camiye çevrilmesi, bütün bunlara girmeyeceğim, en gencimizin bile belleğinde olan şeyler bunlar. Sadece şunu söyleyeceğim:

Kurulan Tek Adam Rejimi’nde hukuk ve özgürlük kalmadı. Kalmayınca, ekonomi de kalmadı çünkü 21. yüzyılda bu iki kavramın olmadığı yere para gitmiyor, gitse bile TL’nin pul haline gelmesinden yararlanarak beleş fiyata şirket kapatmaya geliyordu sadece.

Öyle bi kısır döngüye girdi ki Rejim, döviz fiyatlarının tavan yaptığı ortamda faiz artıracak yerde “faiz sebeptir, enflasyon neticedir” ezberi (ve “İslam dini öyle emrediyor” aldatmacası) icabı faizleri inanılmaz seviyelere indirip kredi musluğunu sonuna kadar açıp piyasayı hareketlendirmeye soyundu. Ama insanlar o parayı alıp döviz büfelerine koşunca döviz beter kudurdu. Kudurunca, insanlar üzerindeki AKP+MHP baskısı ve hukuksuzluk tavan yaptı, tavan yaptıkça ekonomi battı…

Bundan sonrası artık şu tablodan ibarettir: 2001’de ekonomik krizle iktidar olmuş Rejim, bu sefer Suriye, Irak ve Libya’ya da bulaşan milliyetçi ortamında başka bir ekonomik kriz denizine düşüp çırpınmaktadır, bu arada Trump Kardeş de gitmiş, en azından Halkbank davası tekrar ufukta gözükmüştür. Bu sebeple de, Rejim’in “yılan” olarak algıladığı 2 şeye sarılmak mecburi olmuştur: Reform söylemiyle muhalefete ve Avrupalılık söylemiyle AB’ye.  

***

Birincisi,Ekonomi, hukuk ve demokraside yepyeni bir seferberlik başlatıyoruzdiye ilan edildi.

Fakat bu muazzam vaadin ardından, çok değil iki-üç gün içinde her şey özüne döndü ve baskı daha da arttı. Mesela metal işçilerinin Ankara’ya yürüyüşünü polis dağıtıyor, bu sefer maden işçileri yürüyüşe başlıyordu. Mezopotamya Ajansı’nın bürolarını ve HDP’nin basın açıklamasını basıyor, Cumartesi Anneleri’ne 3 yıla kadar hapis istemiyle dava açılıyordu.

Bu arada, zavallı muhalefet de (Babacan bir miktar hariç) Türk milliyetçisi olduğu için, Kürtler konusuna yaklaşım aynen berdevamdı:  "Şırnak’a, Muş’a üniversiteyi biz götürmedik mi, ondan sonra diyorlar ki, ‘Kürt sorunu’, ne Kürt sorunu ya!”   

Uzaktan derslerin Cuma namazına göre ayarlanması, Cumhuriyet’in F. Altun haberini medyada paylaşana soruşturma açılması, Beyoğlu’nda polise İngilizce kapa çeneni diyen kadın turistin gözaltına alınması gibi hoşlukları atlıyorum. Sadece, Reform diye en azından O. Kavala ve S. Demirtaş’ın tahliyesini bekleyenlerin bile ters kepçe getirildiklerini, B. Arınç ve C. Çiçek gibi kurucuların fena azarlandığını hatırlatmakla yetiniyorum.

Bi de, düşülen vaziyeti simgeleyebilmek için şunu not etmeliyim:

Erdoğan, Tekirdağ şehir hastanesinin açılışında kurdeleyi keserken katılanlardan alkış gelmedi. Bunun üzerine "Bu ne ya, ölü toprağı serilmiş üstünüze, Allah Allah..." diyerek sitem edecek duruma düştü. Ardından aynı durum, uzaktan katıldığı beş il kongresinde tekrarlanınca Reis, “Bu salonlar eskiden sürekli olarak alkışlarla inlerdi. Dolayısıyla bunu her an görmek, yaşamak arzusu içerisindeyiz" dedi

***

İkinci “yılan”a sarılmaya gelince, Erdoğan Avrupa’ya güzellemeler sıralamaya başladı:Kendimizi başka yerlerde değil Avrupa'da görüyor, geleceğimizi Avrupa ile birlikte kurmayı tasavvur ediyoruz".

Oysa, üç yıldır AB’ye söylemediğini bırakmıyordu. Ne “Haçlı artığı” kalmıştı, ne “Nazi kalıntısı”.  “Türkiye Avrupa’ya muhtaç değildir. Asıl muhtaç durumda olan Avrupa’dır ve Türkiye bunun için şahsiyetinden, değerlerinden ve onurundan asla taviz vermeyecektir” (23.10.2017) diye konuşmuştu. Daha Ekim sonunda (26.10.2020) “Eyy Avrupa, siz gerçek manada faşistsiniz. Siz gerçek manada Nazi’nin zincir halkalarısınız” demişti.

Bu durumda bu “muazzam” Reform, HDP hariç, biraz da Babacan hariç, başka bir planette yaşadığı anlaşılan muhalefetten beklenen tepkiyi almadı ama, Avrupa Erdoğan’ı ittiriverdi. Ülkücüleri yasaklamak, Libya’ya giden şilebi durdurup aramak gibi simgesel uyarılar ortamında Merkel, Aralık zirvesinde yaptırımların “ele alınabileceği”ni söyledi.

Halen yazılmakta olan ve yazılan bölümleri “nasılsa” medyaya sızıveren Avrupa Parlamentosu 2021 Raporu altmış yıllık TC-AB ilişkilerinin dibini bulmuş durumda: “AB ile Türkiye arasında müzakere sürecinin sona erdirilmesinin gerçekçi olduğuna inanıyoruz".

Avrupa’nın tepkisi gibi bir konuyu burada özetlemek bile çok zor; Cengiz Aktar’dan okuyunuz. Ben bu arada Erdoğan’a teşekkür edeyim:

1) AB’nin ekonomik ve hukuk açısından ne kadar önemli olduğunu tescil ettiği için; 2) 1930 modeli Kemalistlerin istismar ede ede insanları bıktırdığı Atatürk imajını rehabilite ettiği için; 3) Hem devlet hem rejim krizi yaratarak, sonunda şeriatçılığa ve oportünizme karşı Türkiye’de yerli bir aşı geliştirdiği için.