Bir önceki yazımda hukuk kelimesinin “hak”dan türediğini ve bu yüzden topumsal yaşamı düzenleyen kurallar bütünü olan hukukun “hak”ka dayanmasının semantik bir gerekliliği içinde barındırmasına rağmen Türkiye’de gerek kuralların gerekse de uygulamaların “hak”tan çok uzaklaşabildiğini örneklerle anlatmıştım. Yöneticilerin hak konseptinden uzak uygulamalarını izah ispat etme çabalarımın doğrusu, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun, kadın, çevre, insan hakları ve barış mücadelesini “kültürel terörizm” olarak değerlendirmesi kadar etkili olmadığını itiraf etmeliyim.
Bakan Soylu’nun 27 Şubat 2020’de Anadolu Ajansı Editör Masası’nda yaptığı konuşma, Türkiye’deki insan, kadın hakları savunucularının ne kadar incinebilir durumda olduğunu gösterdi. Hatırlayacak olursak, Soylu bu konuşmada “konsept değişikliğine gittik” demiş, Türkiye’de kadın, çevre, insan hakları ve barış mücadelesini “kültürel terörizm” olarak değerlendirdiğini ve buna karşı mücadele ettiklerini söylemişti. İç İşleri Bakanı olarak kullandığı bu ifadeler, kadın, çevre ve insan hakları savunucularının sürekli şekilde irtibatta oldukları güvenlik personeli dahil diğer bürokrasiyi etkileme potansiyeli çok yüksek olduğu için nasıl bir tehlikeli duruma itildiği açıktır. Türkiye’de Olağanüstü Hal, çok uzun süre uygulandıktan sonra resmi olarak kalksa da fiili olarak devam ettiğini zaten çeşitli şekillerde fark ediyorduk. Temel haklardan sayılan toplantı ve gösteri hakkı valilere verilen on beş günlük yetkiler kullanılarak tümüyle ortadan kaldırılmasını, görüşleri ifade etmenin tek aracı olan twitter/facebook mesajlarının sıkı gözetime tabi tutulmasını kamuoyunun gündemine taşımaya çalışyorduk.
Soylu’nun hak savunucularının faaliyetlerini Batı ile ilişkilendirerek kültürel terörizm ile eşitlemesi, yaklaşık 1,5-2 milyon insanın yani Kamboçya nüfusunun dörtte birinin ölümüne yol açan Pol Pot yönetiminin “kültürel devrim”ini çağrıştırmaktadır. Sadece gözlük takmanın bile eğitilmiş olmanın delili olarak görülüp infaz edilmeyi gerektiren “suç” olarak değerlendirildiği çıldırmışlık düzeyinde değil elbette Soylu’nun ifadeleri ama bütün dünya devletleri ve halklarının çok çeşitli hukuk sistemlerinden faydalanarak formüle edilmiş “insan hakları” gibi alanları terörizmle eşitlemeye teşebbüs etmek çok tehlikelidir. Esasen, Evrensel İnsan Hakları Belgesinin başlangıç bölümünde belirtildiği üzere “insanın zorbalık ve baskıya karşı son çare olarak başkaldırmak zorunda kalmaması için, insan haklarının hukukun egemenliğiyle korunmasının önemli olduğunu kabul eder” ifadesinden anlaşılacağı gibi insan haklarına saygı, toplum olarak yaşamak zorunda olan insanoğlunun beraber yaşamasının asgari şartlarını sunar bize. Bu asgari şartların sağlanması için çalışan kurum ve insanları ek koruma tedbirleri ile korumak yöneticilerin görevi iken tam aksine terörizm ile ilişkilendirmek, hem resmi kurum hem de halk indinde saldırılara maruz kalmasına yol açacağı için de çok tehlikeli bir retoriktir. Hem Türkiye bir taraftan Evrensel İnsan Hakları gibi metinleri, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği’nin kabul ettiği sözleşmeleri imzalayıp parlamentoları tarafından onayladıktan sonra bu müktesebata referans yapan faaliyetleri Batılı güçlerin desteklediği “kültürel terörizm” ile suçlamaları şizofrenik duruşa işaret eder. Nasıl bireyler için şizofreni, kişinin bireysel ve toplumsal yaşamına zarar verme potansiyeli taşırsa toplumun bu şekilde “şizofrenik” hali, o toplumdaki tek tek kişilerin ve toplumun genelinin sağlığı için büyük risk içinde olması anlamına gelir.
Aslında Soylu’nun ifadeleri İlahi mesajın bize söylediği gibi yaşanan hal üzere inancın ve söylemin değişeceğini göstermektedir. İnsan Hakları savunucularına son birkaç yıldır iç güvenlik bürokrasisi terör ve teröriste yaklaşıma benzer bir yaklaşım gösteriyordu. Büyük Ada’da Türkiye’de yöneticiler dahil insan hakları camiasından hemen herkesin yıllardır tanıdığı insan hakları kurum ve aktivistlerinin yaptığı sıradan bir toplantının önce ajan faaliyeti olarak görülmesi, sonra teröre destek olarak değerlendirilip yargılamaya halen devam edilmesi, benzer şekilde Osman Kavala’nın, tutuklu olarak yargılandığı davadan beraat aldıktan hemen sonra geçmişte tahliye kararı verilen bir başka dava nedeniyle önce göz altına alınıp tutuklanması, insan hakları kavramı ve savunucularına yönelik böyle bir kabulle ancak anlaşılabilirdi zaten. Yöneticilerin insan haklarına aykırı uygulamaları en nihayetinde insan hakları ile ilgili söylemi de radikal şekilde bozmuş olmaktadır. Soylu’nun ifadeleri ile açığa çıkan bu feci ifşa bizi yöneticiler ve halk olarak kendimize getirmeli, kendimizi düzeltmemiz için fırsat olarak görülmelidir.
Demokratik sistemleri otoriter sistemlerden ayıran temel husus muhalif partilerin olmasının yanı sıra muhalefetin çok çeşitli kurum ve kuruluşlar tarafından yapılabilmesidir. Türkiye’de son dönemlerde muhalif hareketliliklerin çevre, insan ve kadın hakları kuruluşları ve aktivistleri etrafında olması ve Türkiye’deki geleneksel fay hatlarının buralarda görülmemesinin Soylu’nun klasik iktidar refleksiyle bu faaliyetleri terörizmle ilişkilendirip engellemek istemesine yol açtığı düşünülebilir. Bu itibarla yaklaşan 8 Mart’ta kadınların artık gelenekselleşen etkinliklerine yönelik tavrı Türkiye’nin demokratik mi yoksa otoriter bir yönetim mi olduğunun turnusol kağıdı olacaktır.