Nefretin ve vahşetin kıvılcımı olan ırkçılığın tarihini uzun uzun anlatmanın, bu konuyu irdelemenin hiçbir faydası yok. Olsaydı şu ana kadar bu konu çoktan çözülmüş olurdu. Bu insanlık dışı hastalığın yok olması için artık gerçek anlamda harekete geçme ve sorunu çözme zamanı.
Hemen her gün ırkçılığın boyutunun nasıl dehşet verici hale geldiğini gösteren acı örneklere şahit oluyoruz. Amerika’da bir polisin diziyle bir insanı boğarak öldürmesi bunlardan sadece biri. Üstelik ırkçılık vahşetinin yaşandığı tek kıta Amerika da değil…
Aslında tüm dünya, özellikle milyonlarca Suriyeli’nin mülteci olmak zorunda kalmasından sonra, ırkçılığın çirkin yüzünü çok daha dehşet verici boyutlarda hatırladı. Sözde, “İnancı ve etnik kökeni ne olursa olsun herkesi kucaklamakla” övünen Avrupa, mültecileri istemedi ve gerçek yüzünü göstermiş oldu. Bununla da kalmadı bazı Fransız doktorlar koronavirüs ilacı denemesinin Afrika’da yapılmasını önerecek kadar ileri gittiler. Bu ürkütücü teklife Afrika kökenli yıldız futbolcular olmak üzere birçok kesimden sert tepkiler geldi. Ancak sorun tepkilerle çözülemeyecek kadar derinde.
Sadece Amerika ya da Avrupa’da değil Fas gibi Afrika ülkelerinde de ırkçılık can yakmaya devam ediyor. 21. Yüzyılda dahi koyu tenli insanlara “kölelerin torunları” deniliyor, evlenmeleri engelleniyor, zorbalıklara maruz kalabiliyorlar. Onlar da bunu adeta kabullenmiş durumdalar.
Şunu öncelikle belirtmeliyiz: Irkçılık bir ruh hastalığıdır.
Bir insanı deri rengi, kökeni, dili gibi özellikleri nedeniyle sözde aşağı görmek o kişideki ciddi ruhsal sorunların göstergesidir. Bu hastalık zamanla büyüyerek, dünya barışını tehdit eder, masum insanların huzur ve güvenliğini hedef alır hale gelir. Farklı ırklar arasındaki düşmanca duygularla ortaya çıkan soy koruyuculuğu yani ırkçılık Allah’ın Kuran’da yasakladığı bir kötülüktür. Peki bu hastalık nasıl oluşuyor? Cevabı çok basit: Yanlış eğitimle…
Çocukluk yaşlarından itibaren aldığı eğitimle, “güçlünün zayıfı ezerse başarılı olunacağı” yalanlarına ve aşağı ırkların var olduğu saçmalıklarına maruz kalan bir insan ırkçılık hastalığının da pençesine düşmeye başlar. Kendinde bir olağanüstülük olduğuna inanmaya, kafasında suni ayrımlar yapmaya hatta kendince aşağı gördüğü kişileri insan olarak bile görmemeye başlar. Bunun sonrasında yaşanan cehaletle birlikte ayrımcılık ve nefret, nefretin artmasıyla birlikte vahşet ve faşist mantıklar ortaya çıkar.
Bilindiği gibi faşist mantığın temeli, hayatın bir çatışma ve savaştan ibaret olduğu yanılgısıdır ki bu da halihazırda dünya çapında okullarda okutulan Darwinizm’in "güçlü olan hayatta kalır, zayıf olan elenir" şeklindeki yalanlarının toplumsal hayata uyarlanmasıdır. Bu garip mantığın safsatalarına göre insanlar hayatta kalabilmek için “daimi bir mücadele içinde olmalıdır” ki faşizm de bu hastalıklı düşünceden yola çıkarak milletlerin gelişiminin “savaşla” mümkün olacağını iddia eder. Tabi ki böyle bir mantıksızlığı aklı başında, vicdan sahibi bir insanın kabul etmesi mümkün değildir.
Bugün dünya çapında bir bela olan ırkçılık sorununun yok edilmesi için yapılması gereken faşizmin vahşet temelinin ve geçmişteki tahribatlarının bilimsel delillerle ortaya konulması, ırkçılığa özenen kişilerin bunun yanlışlığına dair bilgilendirilmesi, bu konuda çok yönlü bir eğitim politikası belirlenmesidir. Faşizmin kökeninin barışı reddetmek olduğu anlatıldığında ve yerine sevgi, yardımlaşma, şefkat, ittifakın önemi gibi erdemler öğretildiğinde durum değişmeye başlayabilir. Bu da ancak planlı bir eğitim yürütülerek sağlanabilir.
Allah Kuran’da barışı teşvik eder, insanlara zulümden uzak durmalarını, savaştan kaçınmalarını emreder. Bu ayetlerden haberdar olan inananlar da Allah’ın hoşlanmayacağı bu hareketlerden sakınır ve dolayısıyla toplumsal huzurun sağlanmasına, ülkeler arası barışın kurulmasına vesile olurlar. Her fırsatta sevgiyi anlatalım, Allah’ın yarattıklarını sevdirmek için çalışmalar yapalım. Unutmayalım ki toplumsal hayatın temeli kardeşlik, uzlaşma ve barış üzerine kurulmalıdır. Allah bizleri bu konuda en önde gidenlerden kılsın, inşaAllah.