İnsanlık tarihi sürecinde fikrî akımlar ile gelen sosyal, kültürel ve iktisadi gelişmelere baktığımızda felsefî akımlarla başlayan etkilenme ve değişim neticesinde sorunlu ve karmaşık bir sosyal yapıyla karşı karşıya kalmış olmanın sancıları günümüzde çok daha belirgin yaşanıyor. Bugün, İslam Dünyasının içinde bulunduğu en içinden çıkılmaz sorunların başında, Batı'dan etkileşim ya da taklit düşünceler ile vahiyden uzaklaşmanın getirmiş olduğu istikrarsızlıkların neticelerini görüyoruz.
Fikrî bulanıklığımızın berraklaşması için öncelikle felsefî akımları başlatanların beslendiği düşüncelerin nerelere dayandığına bakmak gerekiyor. Batı'nın dine yüklediği anlamları baz alan İslam coğrafyasındaki insanlar bugün, dinî anlayış ve yaşayışı elbette ki aslından uzaklaşmış, özünden farklı ve içi boş bir din ile karşılaşılmış olması normal bir sonuç olarak önümüzde durmaktadır. İnsanlık tarihi boyunca vahyin, insanlık için yol gösterici, düzenleyici ve ıslah edici etkisini tersine döndüren felsefi kavramlar, hümanist yaklaşımların da etkisi ile her alanda din ile yer değiştirmiş olarak ifsat etmeyi başarıyor.
Dünya üzerinde yaşayan dinlere ve etkinliklerine kısaca bakalım:
Yahudilik; ahiret inancı olmayan belli bir ırkın dünyevî üstünlük ve hakimiyetini dayatan aslından çok uzakta bir din olması, yeryüzünde bırakın ıslah etmeyi zulüm ve ifsadın baş mimarlarının dayanağı olarak dünyayı kasıp kavuruyorlar.
Hıristiyanlık; Yahudiliğin aksine belli bir ırk dini değildir. Dünyanın çeşitli yerlerinde farklı ırk ve bölgelerde inananları mevcuttur. Hz. İsa'nın sunmuş olduğu tevhit dinini bozan, ''Baba, Oğul ve Ruhu'l-Kuds'' üçlemesini (teslis) getiren Saint Paul'dur. Sayısız İncillerin içinden dörde indirilen İncillerden ayrı ve de Kiliselerce kabul edilmeyen Barnabas İncil'inde diğerlerindeki ilavelerin olmayışı ve Hz. İsa'ya atfedilen ''oğul'' değil, ''kul ve elçi'' olarak yer alması ayrıca son peygamberin müjdesi de mevcuttur.
Ancak bunu görmek Roma'dan bugüne statükocuların işlerine gelmemektedir. Hıristiyanlıkta belli bir şeriat ve hukuki düzen vazetmeyen sevgi, ahlak ve salt maneviyatçılığı öneren bir din halini almış olması insanlığın hangi derdine derman olabilir ki? ''Tanrıyı sev, dilediğini yap'' Saint Augstinus'un bu sözünde mevcut bu bozuk dinin özetini görebiliyoruz.
İslam; ilahi kökenli diğer iki din gibi olup değişime/bozulmaya uğramayan ve kıyamete kadar da ''korunacak'' bir tevhit dinidir. Tevhit, Allah'ın bir olduğu, kainatı, hayatı, ahireti, kıyamet ve hesap gününün sahibi olan Allah'ı bilmektir. Bu dinin diğer iki dine göre en temel özelliğinin yaşanmış örneğin bulunması ve kaynaklarının diri olmasıdır. Belli bir şeriatı olması, hukuki ve beşeri bir düzen içinde fert ve toplum, madde ile mana dini ve dünyevi tüm dengeyi kurmuş olmasıdır. İnsan, Allah'a karşı sorumluluk hissettiğinde kulluğunun gereği olarak dünyayı imar ederken, Hak ve Adaleti de tesis etmiştir/edecektir.
İslam'ın ulaştığı coğrafyalarda medeniyet zirve yapıyorken, aynı dönemde Hıristiyan Batı dünyası Ortaçağ karanlığında boğuluyordu. Özellikle son bir kaç yüzyıldır sanayileşen dünya üzerinde sosyal, iktisadi ve kültürel değişimler, günümüzde iletişimin hızı nispetinde etkileşim göstererek sorunların daha da artmasına katkı sağlıyor.
Dünyayı bir dönem kasıp kavuran Batı kaynaklı Sosyalizm ve onun diğer kardeşleri Faşizm ve Kapitalizmin etkisindeyken bugün, Modernizmin getirdiği sistem içerisinde nerdeyse her alanı kapsayan Yeni Liberalizm ile yeni bir din olmayı ve hayatın her alanına yerleşmeyi en yetkili idarecilerin küreselcilerce ortaya konan ''ortak normları'' kabul ederek bunlarla olan diyalog, aynı mekanları kullanma ve uluslararası örgütlerde görev alma neticesinde şahsının sosyalleşmesi ile tebaasının da kendisini izlemesi aynı sosyalleşmeyi getiriyor.
Ayrıca en hassas ''din'' alimlerince liberalizmin felsefesi gereği kişisel, şeklî ve ancak yapısal olmayan verilmiş bazı özgürlüklere tav olarak bu yeni dinin, gerçek dinin yerini almasını göremeyerek Yeni Liberalizmin küresel anlamda kabul görmesinin önünü açmış oluyorlar. Yeni Liberalizmin yerleşmesine diğer etkenler ise çokuluslu şirketler, sivil toplum kuruluşları ve uluslararası örgütlerdir.
Liberalizmin en masum görüşleri arasında ''çatışmadan her iki tarafın da kaybedeceği oysa işbirliği halinde her iki tarafın kazanacağı''dır. Ancak burada bilinmesi gereken ''iki taraf''tan ya da taraflardan hiçbiri olmak durumu ile karşı karşıya olduğumuzun fark edilmemiş olması ve o tarafların hazırladığı ''normlar''a müdahil olunamayışını kimse dile getirmek istemiyor.
İslam coğrafyasında yaşayanlar olarak, Tam Bağımsızlık neden mümkün olamıyor? Bunun engelleri nelerdir? Bu soruya bireysel olarak vereceğimiz her cevap bağımsızlık için bir çözüm önerisi olabilecektir. Yeter ki, her alanda kendi kaynaklarımıza ve dinimize dönmeye mutlak karar verelim.