İnsanların sevk ve idaresiyle vazifeli olan bir insanın, yaptığı işin sorumluluğunu üzerinde taşımasıyla, sorumlu olduğu yeri kendi mülkü gibi görmesi arasında çok fark vardır. Fakat ne yazık ki bu durum çoklarının zühulüne, gafletine kurban giden bir hâldir. Haddizatında insanları sevk ve idare sorumluluğunda olan kişiler, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile O’nun Râşid Halifeleri’nin (rıdvanullâhi aleyhim) yolunu takip etmedikleri takdirde, kendilerini bulundukları makamlarda bir emanetçi gibi görmeyip de aksine bulundukları yerin maliki gibi görmeye başladıklarında despotluk ve tiranlığa giden yolun taşları döşenmeye başlamış demektir.

Olumsuzlukları Öncelikle Kendinden Bilen İnsanlar

Böyle bir felâketten korunmanın en önemli esaslarından birisi, idareci konumunda bulunan insanların sürekli kendilerini muhasebeye çekmeleri ve sorumlu oldukları dairede meydana gelen bütün olumsuzlukları da öncelikle kendileriyle alâkadar görmeleridir. Esasen böyle bir idare anlayış ve felsefesi bizim dinî duygu ve düşüncemize dayanır. Bu konuda Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) tavrı bizim için ne güzel örnektir! O, halifelik yaptığı on senelik zaman diliminde Osmanlı ve Selçuklu dönemlerindekine denk fütuhat gerçekleştirmiş büyük bir devlet adamı olmasına rağmen, kıtlık baş gösterdiğinde bir harabede başını secdeye koyup “Allah’ım benim günahlarım yüzünden ümmet-i Muhammed’i helâk etme!” sözleriyle sızlanmıştır. Dolayısıyla önde bulunan insanlar, yaşanan olumsuzluklardan, kırılma ve çatlamalardan öncelikle kendilerini mesul tutmalı, dua dua Allah’a yalvarmalı ve problemlerin çözümü adına ellerinden geleni yapmalıdırlar.

Ruhlarındaki ilhamı muhtaç sinelere boşaltmak maksadıyla insanlık yolunda koşturan ve bu uğurda bazı sorumluluklar alan adanmış ruhlar, kimi zaman hiç beklemedikleri arıza ve problemlerle karşılaşabilirler. Meselâ Cenâb-ı Hak, kendilerine halkın takdir edip alkışlayacağı bazı başarılar lütfeder. Bu durum karakter zaafı olan bazı kimselerde adanmış ruhlarla aynı kare içinde görünme arzusunu tetikler. Neticede menfaat düşüncesi ve çıkar mülâhazasıyla işin içine girenler beklediklerini bulamayınca iftira, tezvir dahil her türlü kötülüğe başvurabilirler. Elbette Allah (celle celâluhu) böyle bir kötülüğün hesabını bu kötülüğü yapanlara sorar. Fakat bu sıkıntı ve problemin yaşandığı yerden sorumlu olan insan, “Acaba ben nasıl bir hata işledim ki burada böyle bir musibete maruz kaldık?” demeli ve en başta kendisini hesaba çekmelidir.

''Güç zehirlenmesi nedir, güç zehirlenmesine kimler yakalanır ve bu kişiler  ne yaparlar?'' diye merak edenleriniz olmuştur kuşkusuz. Önce, bu gün size bunların cevabını verebilecek bilimsel bir makaleden bahsetmek istiyorum. Sonra kendi yorumlarımı aktaracağım tabii ki.

    Güç zehirlenmesinin bilimsel adı ''Hubris Sendromu'' olup diğer adı da ''Kibir Sendromu''dur. Genelde politikacılarda görülen bu rahatsızlık ''Tanrısal Ego'' olarak da adlandırılıyor.

   İlk kez İngiliz psikiyatrisler David Owen ve Jonathan Davidson tarafından dile getirilen bu sendrom; 2010'da,  tıp dünyasının önemli dergilerinden biri olan  Brain'de yayınlanan bir makalede anlatılmıştır.

   Bu iki uzmana göre; olay bir tür ''güç zehirlenmesi''dir. Diktatör eğilimli liderlerin de Hubris Sendromu'na özel bir yatkınlıkları vardır. Demokratik ülkelerde üst üste kazanılan seçim zaferleri de, liderlerin Hubris Sendromu hastalığına yakalanma olasılığını artırıyor. 

   Yine bu uzmanlara göre; hastalarda kriz dönemleri, savaşlar ve ekonomik felaketler daha fazla kibire, yani Hubris'e sebep oluyormuş.

   Bu hastalığa tanı koyabilmek için, aşağıda sıralanan 14 bulgunun değerlendirilmesi gerekiyor. Eğer bu 14 bulgudan 3 veya daha fazlası bir liderde mevcutsa; o kişi hasta sayılıyor.

iktidarı veya gücü elinde tutan insanların abartılı bir gurur ve kendine aşırı güven duyması; bununla birlikte başkaları için küçümseme duygusu yaşamasına 2009 yılından itibaren hubris sendromu denmektedir. bu sendromu günlük dilde güç zehirlenmesi olarak da tanımlayabiliriz.

hubris, antik yunan’da kibir anlamına gelir. yapılan tanımlamalara göre sendrom, öncelikle kişinin gücü tatmaya başlamasıyla ve olayların merkezinde bulunmaktan keyif almasıyla başlar. başarı ve gücü elinde bulundurma hissinin verdiği hazla devam eder. zamanla narsizm, gerçeklikten kopuş ve hatta akli dengesizliklere varan seviyelere ulaşabilir. bu seviyelere ulaşan sendrom ile artık bağımlılık yapan gücü bırakmak kişi için çok zordur ve kişi bunun olmaması için her yolu denemeye hazır olabilir.

   Hastalık belirtileri:

   1 - Dünyayı güç kullanımı yoluyla kendini yücelteceği bir yer olarak görür.

   2 - Öncelikle kişisel imajını geliştirmek amaçlı hareket etme eğilimi vardır.

   3 - Görüntüsü ve ifadeleri orantısız bir endişe içindedir.

   4 - Mevcut faaliyetleri ile ilgili konuşurken, bir Mesih gibi yücelme - yüceltme eğilimi taşır.

   5 - Kendisini millet ile bir tutar.

   6 - Konuşmalarında saltanat ailelerine özgü bir ''biz'' ifadesi kullanır.

   7 - Aşırı özgüven gösterir.

   8 - Kendisi için öteki olan grubu açıkça hor görür.

   9 - Diğer insanlar gibi sıradan bir mahkemeye değil de; sadece tarih ya da Tanrı gibi bir üst iradeye karşı hesap verilebilir olduğu duygusunu taşır.

   10 - O üst iradenin yargılamasında, haklı olacağına dair sarsılmaz bir inancı vardır.

   11 - Gerçeklik ile bağı kopmuştur.

   12 - Pervasız, tezcanlı, vesveseli, huzursuz.. Dürtüsel eylemler sergiler.

   13 - Uygulamalarının sonuç ve maliyetlerinin dikkate alınmasını önlemek için; uygulamalarını ahlak, dürüstlük ve inanç konularındaki ''geniş tasavvurlarına'' dayandırır.

   14 - Aşırı özgüveni, işlerin ters gidebileceği düşüncesinden yoksun, uygunsuz politikalar oluşturmasına neden olur.

    (Sahi bizde bu bulgulara göre hasta sayılacak lider var mı? Merak ediyorum da ondan soruyorum!)

Orta zamanların sonlarına kadar bu hassasiyet korunmuştur: Padişah tekke ve zaviyelerin hizmetlerinden, tekke/zaviye şeyhleri de devlet işlerinden uzak durmuştur.

Bu denge korunduğu dönemde devlet yücelmiş, eğitim ve irşad hizmetleri yolunda gitmiş, bu denge bozulduğunda ise siyasetin de tarikatların da dengesi bozulmuştur.

İmam-ı Rabbani Hazretlerinin tarifindeki “mürit” mumla aranıyor.  Şöyle demiştir: 

“Der Tarik-i Nakşibendi lâzım âmed çâr terk,

“Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hesti, terk-i terk”.

Yani: Nakşîbendi Tarikatı’na giderken dört şeyi terk etmeli: 

Dünyayı;

Ukbayı (Ahiret saadeti için değil, yalnız Allah rızası için yaşamak);

Kendini;

Terkini (terk ettiklerini düşünmemek, fedakârlık hissiyle gurura kapılmamak)...

Şimdiki zaman başka...

Şimdiki bazı önderler, halis duygularla ve uhrevi endişelerle kendisine hürmet gösteren, elini öpen, karşısında el pençe divan duran, her sözünü “hikmet”, her hareketini “hizmet”, her yaptığını “keramet” sayan ve müthiş bir hüsnüzanla yaklaşıp lâyık olmadığı sıfatlar yakıştıran ihlâslı, idealist taraftarlarına bakıp,  devlete hükmetme gibi ifrat düşüncelere kendilerini kaptırabiliyorlar...

Kendi sınırları içinde kaldıklarına inanan tarikat ve cemaatler lütfen tespitlerimi üzerlerine almasınlar!