Genel olarak ideolojiler modern çağın ürünleridir. Dünyanın her bölgesine hâkim olmuş modern ideolojilerin başında ulusçuluk ve milliyetçilik gelir.
Farklı dinlerden türetilen ideolojiler olduğu gibi coğrafi ideolojiler de yaygındır. Milliyetçilik ve ulusçulukla birlikte coğrafyamızı derinden etkileyen ideolojilerden biri de İslamcılıktır.
19. yüzyıl ortalarından itibaren, özellikle de 20. yüzyılın başlarında dağılan ve sonra da tamamıyla çöküp tarihe karışın Osmanlı İmparatorluğu sonrası coğrafyamızın tamamı işgal edildi.
İşgaller beraberinde modern ideolojileri de getirmişti. Buna göre yeni bir siyasal düzen kuruluyordu ve bunun siyasal projeleri de emperyal güçler tarafından önceden hazırlanmıştı.
Emperyal işgaller ve sömürgecilik karşısında aciz düşen Müslümanlar, siyasal alanda da alternatif çözümler bulmakta zorlandılar.
Milliyetçilik ve ulusçuluk gibi ayrıştırıcı ve sömürgeci ideolojilerin, dönemin imparatorluk bakiyesi Müslümanlar tarafından karşılık bulmaması normaldi.
Müslümanların önceliği; topraklarını işgalden kurtarmaktı ve bunun için aksiyoner bir inanç hareketi gerekiyordu.
Anti emperyalist bir mücadele için din adına bir ideoloji geliştirdiler. Önceleri “ümmetçilik” daha sonra da “İslamcılık”, bir mücadele ideolojisi olarak ortaya çıktı.
Belirtmeliyim ki İslamcılık, ‘medeni bir toplum ideolojisi’ veya bir ‘medeniyet projesi’ değildir, reaksiyoner bir taşra ideolojisidir.
Modern bir ideoloji olarak geliştirilen İslamcılık, modern çağla uyumlu olmaktan da çok uzaktır. Bu nedenle de modern çağın dayattığı sorunlara çözümler bulmak bir tarafa, zamanla kendisi tıpkı ulusçuluk ve milliyetçilik gibi sorun olmaya başladı.
İdeolojik bir hareket olmanın gereği olarak Din politize edildi, ulus/milli devletin alternatifi ancak bir benzeri olarak “din devleti!” projesi geliştirildi. Artık ideoloji, din, dindarlık ve politika iç içe girmişti.
Zaman içerisinde modern kurum ve kuruluşlar taklit edilerek örgütlü hareketlere dönüştü. Yönetim ve toplumsal projelerden yoksun olmasına rağmen geçmişe vurgu yapılarak hamasi iddialarla toplumu biçimlendirmeyi, devleti ve kurumları siyaset veya şiddet yoluyla ele geçirmeyi amaç edindiler.
Bu amaçla toplumsal, siyasal ve kurumsal alanlarda din üzerinden örgütlenmeye başladılar.
Bazı gruplar şiddet, silahlı mücadele ve terörü yöntem seçerken, bazı gruplar da cemaatler veya partiler şeklinde siyasal alanda mücadeleyi bir yöntem olarak belirlediler.
Başlangıçta işgal ve sömürüye karşı “anti emperyalist” bir hareket olarak iyi niyetle ortaya çıkan İslamcılık, silahlı mücadele ve partileşme faaliyetleriyle tamamıyla siyasallaşmış oldu.
“İslam devleti” veya “şeriat devleti” gibi soyut ve ütopik iddialarla neredeyse Müslüman coğrafyasının tamamında en az ulusçuluk ve milliyetçilik kadar ayrışmalara, çatışma ve savaşlara neden oldular.
Siyasal, sosyal, hukuk, ekonomi, eğitim, kadın, etnik-dini ve inanç farklılıkları, eşitlik-barış-adalet gibi alanlarda hiçbir gerçekçi projeye sahip olmayan siyasal İslamcılık, milliyetçilikle de harmanlanarak tamamıyla bir yıkım projesine dönüştü.
Coğrafyamızda bugün yaşananların bir nedeni işgal-sömürü ise diğer nedeni de siyasal İslamcılıktır.
İkisinin de ortak noktası yağma-talan-yıkım ve kıyım olmuştur.
Siyasal İslamcılık ideolojisi, din-devlet, din-siyaset, din-ulus, din-milliyet gibi sentezlerle yeryüzünün en karmaşık, kaotik ve güvensiz hareketi olarak yerini aldı.
Orta çağ kilise-devlet ilişkisinin bir benzeri çağımızda Müslümanlık-devlet ilişkisi üzerinden yaşanmaktadır. Bunun başarılması durumunda coğrafyamız için hukuk ve barış, artık hayal bile olmaktan çıkacağı kesindir.
Sanırım, George Carlin’in kilise-devlet ilişkisi üzerine yaptığı tespit bizim için de geçerlidir:
“Kilise ve devletin ayrılığına büsbütün taraftarım. Bu iki kurum bizi kendilerine yeterince sıkıştırıyor, ikisinin birlikteliğinde ise kesin bir ölüm olur.”
Siyasal İslamcılığın hayat bulduğu toplumlarda din ve dindarlık şeklen görünür ve etkin olurken, ahlaki yozlaşmanın daha yaygın olduğu gözlemlenmektedir.
Esas itibariyle Din temelinde siyasal örgütlülük İslam’ın özü ve amacıyla çeliştiği için kaçınılmaz olarak toplumsal kirlenmeye yol açar. Dindarlığın temelini oluşturan ihlas, ihsan, adalet ve ahlak bu toplumlarda erozyona uğrar. Böylece dindarlık dinbazlığa dönüşür.
Düşünce-fikir ve ifade özgürlüğüne imkân verilmediği için ideolojik körlük ve dini taassup hâkim olur. Eleştiri, sorgulama, hoşgörü ve tahammül söz konusu olmaz.
Bu toplumlarda ilim-irfan-hikmet ehline, düşünür-aydın ve mütefekkirlere itibar edilmez. Aksine bu insanlar baskı, tehdit ve cezalandırmalarla sindirilir ve susturulur.
Siyasal İslamcılığın taşıyıcıları en başta politikacılar ve din adamlarıdır. Düzenbaz politikacılar ve yobaz din adamları, sadece din tacirliği, din istismarı yapmakla kalmıyorlar, politika taşeronluğu da yapıyorlar.
Günümüzde Müslüman coğrafyasının tamamı siyasal İslamcılığın tehdit ve baskısı altındadır. Tehlikeyi büyüten ve barış beklentilerimizi yok eden en etkili unsur; Siyasal İslamcılığın toplumsal karşılık bulmasıdır.
İslam karşıtlığı, inançlara ve halkın kutsallarına saygısızlık, alay ve aşağılama gibi üstten yaklaşımlar, söz konusu ideolojiyi besleyen nedenlerdir.
Bugün itibariyle aklın, bilimin, hikmetin, hür düşüncenin, medeniyetin ışığından ve erdemden yoksun olduğumuz gibi Müslümanlar olarak İslam’ın evrensel rahmetini anlamaktan da çok uzak olduğumuzu bilmeliyiz.
Toplumu suçlayarak, ayrıştırarak, ötekileştirerek, düşmanlaştırarak söz konusu tehdit ve tehlikeyi bertaraf etmek mümkün değildir.
Aydınlara, düşünürlere, münevver ilim adamlarına, özellikle de makul siyaset adamlarına düşen; birlikte yaşamayı, çoğulculuğu, din ve vicdan hürriyetini, barışı, eşitlik ve adaleti, hukukun üstünlüğünü ve onurlu yurttaşlığı benimseyerek/içselleştirerek herkes ve her kesim için çözüm olarak sunmaktır.
Abdulbaki Erdoğmuş