Öncelikle ifade etmeliyim ki Merkezi, siyaset bilimi açısından tanımlamaya çalışmıyorum. Merkez-Çevre ilişkisi veya merkezin ve çevrenin hangi kesimler olduğu konusunu da tartışmıyorum. Benim tanımlamaya çalıştığım Merkez, demokratik siyaseti odağına ve hedefine alan bir anlayıştır. Siyaset bilimi açısından olduğu kadar bu bağlamda da Türkiye’nin bir merkez siyasetinden ve demokrasi kültüründen yoksun olduğunu, tutarlı ve kurumsal bir demokratik geleneğin ve sivil kültürün olmadığını da biliyorum.
Bugün yaşadıklarımız, Fransız düşünür Alain Badiou’nun ”siyaset üzerine düşünmek zorundayız. Eğer bunu yapmazsak bir gün zalimce cezalandırılırız” ifadesinin ülkemizdeki tezahürü olduğunu düşünüyorum. Kuşkusuz bunda, geçmişten bugüne siyaset yapanların, en önemlisi de siyasete müdahale edenlerin payı büyüktür. Esas itibariyle ülkemiz açısından “merkez” denilince, daha çok siyaseti şekillendiren, düzenleyen, istikamet veren ve iktidarı tayin eden bir “EL/Güç” akla gelir. Kastım bu da değildir.
Yine, ülkemizde sadece siyaset üzerinde düşünce eksersizi ve beyin fırtınası yaptığı için birçok önemli şahsiyetin ve siyaset insanının siyaset zemininden uzak tutulduğunu da gözlemliyorum. Hatta düşündüklerini toplumla paylaşmalarına, deneyimlerini ve bilgilerini gençlere aktarmalarına dahi imkân ve zemin verilmektedir. Bunda itaat-biat-teslimiyet siyasetinin büyük rolü olsa da, esas nedenin, siyaset alanının çeteler, mafya, çıkar grupları ve bazı odaklar tarafından tamamıyla kontrol altına alınmış olmasıdır. Devletin kurumlarında ve sermaye içinde daha çok örgütlenen bu kirli yapıların siyasete egemen olmaları nedeniyle, sadece demokrasi ve hukuk yoksunluğu değil, siyaset yoksunluğunu da yaşadığımız çok açıktır.
Bugünden geriye baktığımızda, geçmişte de siyaseti dizayn eden bir merkezin varlığına rağmen, bugünkü kadar çirkef, kirli, karanlık ve mafyavari bir “merkezi güç” söz konusu olmamıştır. Geçmişte merkez gücü temsil eden ve siyasete müdahale eden TSK idi ve kabul edilmez müdahaleleri, vesayeti, muhtıra ve darbeleri Anaysa ve demokrasiye aykırı olsa da çok açıktı ve herkes tarafından da biliniyordu. Peki bugün böyle mi?
İtirazlarımız, muhalefetimiz olsa da, 1946 da çok partili sisteme geçişten itibaren, vesayet, darbe ve ideolojik milliyetçiliğe rağmen oluşan ve özellikle partilere, seçim sistemine, yasama ve yürütmeye yansıyan bir demokratik siyasetin var olduğunu kabul etmemiz gerekir. İdam sehpasına çıkarılanların, Yassıada mahkûmlarının, sol-sağ-muhafazakâr-liberal, yazar ve aydınların ve seçilmiş olmalarına rağmen siyaset yapmaları engellenen çok sayıda siyasetçinin demokratik siyaset geleneğinin oluşmasında payları olduğunu görmezden gelemeyiz.
Bu gerçeğin topluma bilinçli olarak unutturulduğu ve böylece merkez demokratik siyasetin geçmişle bağları koparılarak yok edildiği çok açık değil mi? 12 Eylül yıkıcı darbesinden sonra söz konusu geleneği, ödedikleri ağır bedellere rağmen yeniden var etmeye çalışan siyaset duayenlerini -çok ciddi söylem ve politik yanlışlarıyla birlikte- unutmak en azından siyaset açısından büyük bir kayıp ve telafisi mümkün olmayan bir hata olmamış mıdır?
Özellikle bu geleneğin, bugünkü merkez güç tarafından imha edildiğini ve izlerinin silinmek istendiğini açıkça görmekteyiz. Post-modern bir darbe olan 28 Şubat süreci ile bu gelenek tamamıyla örtülü milliyetçilik zırhına bürünmüş sağ siyasetçiler tarafından ele geçirilmiş, kirletilmiş, gözden düşürülmüş ve nihayetinde ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ ile de ortadan kaldırılmıştır.
Mevcut sistem içerisinde birden fazla partinin olması, dillerinde “demokrasi”, tabelalarında “demokrat” kelimelerinin geçmesi demokrasinin var olduğu anlamına gelmez. Demokrasi mücadelesi varsa ancak partilerinin varlığı bir değer, kıymet ifade eder. Aksi halde sisteme ve iktidara meşruiyet kazandırmaktan başka ne önemleri var? Oysa merkezde konumlanmak üzere kurulan yeni partilerin de diğer muhalefet partileri gibi mevcut sistem içinde bir yer edinme veya tutunma mücadelesi verdiğini açıkça gözlemlemekteyiz.
Mevcut partilerden hiçbirisinin demokrasi için bir merkez, farklı kesimler için güvenilir bir çatı, din ve vicdan hürriyeti için bir adres olmadıkları çok açıktır. Tek başlarına iktidara alternatif olmadıkları gibi demokratik bir sisteme talip olmaktan da çok uzaktırlar. Mevcut siyasi duruşlarıyla demokratik siyaseti inşa etmek bir tarafa, toplumun demokrasi arayışlarına ayna tutarak, ilozyonla oluşturdukları çekim merkezi ile demokratik merkezin inşasına da engel oluşturmaktadırlar.
Yapmamız gereken, toplum olarak bundan daha zalimce bir cezalandırmaya maruz kalmamak için siyaset üzerine düşünmeye yoğunlaşmaktır. Siyaset üzerinde düşünmeyi, düşündürmeyi ülkeye ve insanlarımıza karşı bir sorumluluk görüyorum.
Yine de kim bilir, belki de merkez siyasetin inşası da mümkün olur!