Siyasal ve toplumsal sorunlarımızın esas nedeni siyasal düzendir.
İmparatorlukların çöküşüyle başlayan küresel krizler günümüze kadar aralıksız devam etmektedir. Ulus devletlerin istikrar için çözüm olmadığı, tersine sorunları daha da derinleştirdiği ortadadır.
20. yüz yılın başından itibaren milliyetçilikle beslenen ulus devlet yapılanmaları dünyanın hiçbir bölgesinde barış ve istikrar unsuru olamadı.
Yükselen etnik milliyetçilik ve ırkçılık Avrupa için büyük bir yıkım getirdi. Birinci Dünya Savaşı’nda muharebe alanı Avrupa olduğu için büyük yıkımlar bu kıtada yaşandı. İkinci Dünya Savaşı ise dünya devletlerinin tamamını etkiledi.
Birinci ve İkinci dünya savaşları işgal ve bölünmeleri hızlandırmış, küresel güçlerin himayesinde kurulan milli devletler, birkaç istisna dışında adına kuruldukları milletlerin dahi refah ve barışını tesis edememişlerdir.
Avrupa’yı bölen ve yıkan ırkçılık, ulus (milli) devletleri üzerinden coğrafyamızı da yakmaya, yıkmaya ve toplumsal bölünmelere yol açıyordu. Kabileler devlet olurken kadim milletler yurtsuz, vatansız kaldılar. Tekçi ve inkârcı dayatmalar, bozulan istikrarı daha çok karmaşık hale getirmiştir.
Avrupa, yaşadığı felaketin çözümünü sanayileşerek, ekonomik kalkınma hamleleriyle ve siyasal birliklerde ararken, coğrafyamız yer altı ve üstü zenginliklerini tüketerek ve peşkeş çektirerek emperyalistlerin bendesi olmak için yarışıyordu.
Dünya Savaşlarında en büyük felaketi yaşayan ülkeler, özellikle Almanya ve Japonya olağanüstü bir değişim yaşayarak kalkınmayı ve siyasi istikrarı sağlamayı başardılar.
Bunun nedeni ırkçılık ve otoriterliğin yerine barışı, istikrarı, hukuk sistemi ve çoğulcu siyasal düzeni seçmiş olmalarıydı.
Söz konusu istikrarın dinamiği kuşkusuz demokrasi, hukuk ve özgürlükler olmuştur. Bu ülkeler, ‘ecdatlarının esiri’ kalsalardı ve otoriter sistemle yönetilmeye devam etselerdi ilerlemeyi başarmaları mümkün olmayacaktı.
Ne yazık ki coğrafyamızın payına düşen yoksulluk, yoksunluk, işsizlik, eğitimsizlik, ayırımcılık, iç savaşlar, etnik ve dini temizlik, toplumsal kutuplaşma ve düşmanlıklar oldu.
Büyük savaşların kurbanı Avrupa hızla kalkınırken, özgürlükler genişlerken coğrafyamızda devletler kutsallaşmış, liderler kutsanmış, kamu hırsızları servet edinmiş, yoksul halk için de itaat ve sadakat esas alınmıştır.
Thomas More’nin ‘’Üttopya’’sında yer alan şu sözler sanki coğrafyamız için yazılmıştı:
‘’…. Aslında kral için tebaasının olabildiğince az malı olması evladır çünkü kendi güvenliği için bunun böyle olması gerekir, aksi halde halk servet ve özgürlükten arsızlaşır. Servetin ve özgürlüğün olduğu yerde insanlar katı ve adaletsiz buyruklara sabırla boyun eğmeyi zül sayar. Buna karşın yoksulluk ve kıtlık insanları köreltir, uysallaştırır ve isyana hazır cüretkâr ruhları eze eze öğütür."
İlerlemeyi başaranlar, demokrasinin ön koşullarını yerine getirenlerdir. Bunların başında çoğulculuk, eşit yurttaşlık, fikir-din ve vicdan özgürlüğü, adil ve bağımsız yargı, nitelikli eğitim gibi temel koşulları sayabiliriz.
Demokratikleşmekten korkan bizim gibi ülkeler ise milli ve dini hamasete sarılarak otoriter sistemlerini korumaya çalıştılar. “Şanlı” diyerek ecdatlarıyla övünenler geçmişte kaldılar ve geleceği inşa etmekten hep korktular.
Bugün de demokrasinin yaşadığı krizden pay çıkarmaya çalışıyoruz. Avrupa ve ABD’nin demokrasiden uzaklaşması ve otoriter siyasal yapılanmalara yönelmesi, yöneticilerimiz ve siyasetçilerimiz için umut ve gurur nedeni olmaktadır.
Kuşkusuz bu durum trajikomiktir. Dünyanın istikrarsızlaşması, savaşlarla yıkılıp tahrip olması, zorbaların yönetimine girmesi, bizi kaygılandırmak ve korkutmak yerine bize benzemesinden sevinç ve gurur duyuyoruz.
Bu gelişmeleri fırsat bilen coğrafyamızın ceberut yönetimleri daha çok otoriterleşmekte, siyasal ve toplumsal alan daha çok daralmaktadır.
Benzer durum ülkemizde de fazlasıyla yaşanmaktadır. Siyasal alan o kadar daraltılmış ve mafyavari istila edilmiş ki demokratik siyaset için alan bulmak nerdeyse imkânsız hale gelmiştir.
Hak ve özgürlük talep edenler, eşitlik ve adalet arayan kesimler, geçim derdine düşenler, açlık sınırında yaşayan kitleler, işsizler ordusu ve nitelikli eğitim mağdurları ceberut yönetimin baskılarıyla ayrıştırılarak mukavemetleri ortadan kaldırılmıştır.
Cezaevleri gazeteci, yazar, siyasetçi, uydurulmuş terör suçluları ile dolup taşımaktadır. Hukuksuz uygulamaların, hak ihlallerinin, işkence ve ölümlerin hesabının sorulacağı makamlar dahi ortadan kaldırılmıştır.
Siyasetin, parlamentonun, yargının, yasama ve yürütmenin, din-bilim ve akademik kurumların, iş ve spor aleminin, finansal sektörün, müzik-sinema, sanat ve medya kuruluşlarının, siyasal ve ekonomik düzenin, kısaca devletin “tek kişi” etrafında döndüğü bir siyasal düzene teslim olmuş durumdadır.
“Küresel kriz yaşanıyor”, “dünya otoriterleşiyor” veya “demokrasi çıkmazda” gibi gerekçelerle mevcut düzeni sürdürmek artık imkânsız hale gelmiştir.
Yuval Noah Harari belirttiği gibi “otoriterlik bir yabani ot gibidir, her yerde bitebilir. Ama demokrasi bir narin çiçek gibidir, sağlanması gereken ön koşulları vardır.”
Bizler de demokrasinin ön koşullarını oluşturmak zorundayız. Bunun için de siyasal değişimi bir “beka” sorunu olarak görmeliyiz.
İzmihlal (yok olmak) istemiyorsak, çözüm değişimdedir.
Abdulbaki Erdoğmuş