“Tek Adam” yönetimi, yani kurumsal yetkilerin tamamıyla cumhurbaşkanına devredildiği Otoriter Sistem’in tesis edilmesiyle çoğulcu ve rekabetçi siyasetin de sonuna geldik. Sistemin gereği olarak artık çağdaş siyaset, çözüm olmaktan çıkmıştır.
Sayısız yolsuzluk, adaletsizlik, ayırımcılık, hukuksuzluk ve ortaya çıkan kirli ilişkilere rağmen siyaset ve siyasetçi çözüm üretemiyorsa, sistem oturmuş demektir.
Siyasi partilerin çözüm üretemediği bir sistemde, çağdaş siyasetin varlığından da söz edilemez. Kurumsal olarak bir siyasal iktidar ve muhalefetin olması ve siyasi partilerin varlığı bu gerçeği değiştirmez.
Demokrasinin olmazsa olmaz unsurlarından olan siyasi partiler ve seçimler, hiç kuşkusuz otoriter sistemi besleyen unsurlar olarak devam edecektir.
Bu sistemde; siyasi partiler, kitle örgütleri, yazar, aydın ve düşünürlerin demokrasi ve hukuk iddiası da “milli birlik ve beraberlik”, “devletin bekası”, “vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü” gibi kurgulanmış gerekçelerle “ihanet” kapsamında değerlendirileceği gayet açıktır.
Mevcut otoriter sistemin geleceğe ilişkin belirgin özelliği; diktatöryal sistemin gereği olarak yeni diktatörler çıkarmak, devleti silahlandırmak, yoksulluk, sefalet ve cehaleti yaygınlaştırarak halkı ceberut bir devlete, devleti de küresel güçlere daha bağımlı hale getirmektir.
Bu durumda artık siyaset; sistemi otoriteryanizme kilitlemek, çözüm kanallarını tıkamak ve “Tek Adam” hakimiyetine itaat etmek için devreye sokulur. Demokrasi iddiası için dahi, siyasetin bir zemini ve imkânı söz konusu olamayacaktır!
Bunun oluşturacağı karanlık tablo sonucu Türkiye’yi artık üçüncü dünya ülkelerinden biri olarak tasavvur etmek hiç de zor olmayacaktır...!
Peki bugüne nasıl geldik?
Akla mugayir, etnik, inkârcı bir sistemin gereği olarak “Bölünme ve İrtica fobisi”, “Beka sorunu”, “Terörle mücadele”, “Dış güçler tehdidi” gibi hayali düşmanlar üzerinden siyaset yapmanın sonucu bu noktaya gelindiği çok açık.
Akılcı siyasete karşı “yerlilik ve millilik”, “Türk’ten başka Türk’ün dostu yok”, “biz bize yeteriz”, “dünya bize düşman”, “batı güçlenmemizi, büyümemizi istemiyor”, “dünya bizi kıskanıyor”, “ümmetin umudu Türkiye!” gibi gerçek dışı hamasi bir siyaset ile kitleleri büyülemeyi başardılar.
Bu gelişmeler olurken ne yazık ki, iktidar-muhalefet mücadelesi; demokrasi, hukuk-hak ve özgürlükler üzerinden değil, milliyetçilik, ulusçuluk, laiklik, Atatürkçülük, devletçilik gibi ideolojik itirazlar üzerinden oldu.
Oysa mevcut iktidar dahil iktidarların tamamı ulusçu, milliyetçi, devletçi, Atatürkçü ideolojiye bağlıydı. Dikkat edilirse bugünkü iktidar da muhalefetten farkını; muhafazakarlık, Müslümanlık, mukaddesatçılık ve Türk-İslam sentezi ile şekillendirdiği bir ideoloji ile ortaya koymaktadır.
İdeolojisini; vatan-millet-bayrak-ümmet-din-diyanet-cami-ezan-fetih-Ayasofya-Kudüs-Mescid’ül-Aksa gibi söylemlerle geniş kitlelere kabul ettirmeyi başarmış ve her seçimde muhalefeti ezip geçmiştir.
Esas itibariyle iktidar ve muhalefet arasında bir demokrasi mücadelesi hiç olmadı. Çünkü iki taraf da çoğulcu, eşitlikçi ve özgürlükçü bir demokrasiye inanmıyor, İki taraf için de demokrasinin; bir araçtan öte bir anlam ifade ettiğini de düşünmüyorum.
Mevcut iktidarın seçim başarılarını tamamıyla muhalefet partilerinin yetersizliğine bağlamak da doğru değildir. Siyaset mühendislerinin rolünü inkâr edemeyiz. Coğrafyamız yeniden şekillendirilirken, makul bir yönetimden yoksun olan Türkiye’nin barış ve istikrar içinde kalmasına izin verilmediği çok açıktır.
Muhalefet partileri kadar, kitle örgütleri ve toplum olarak hepimiz sorumluyuz. Otoriter siyasete yol veren bizim saplantılarımız, karmaşık inançlarımız, özgürlükten yoksun ruhumuz/ruhsuzluğumuz, çıkarcı, itaatçı, biatçı, devletçi, köleci kültürümüz ve en önemlisi de demokrasi kültüründen yoksunluğumuzdur.
Ne yazık ki toplum ve siyasetçiler olarak bizim demokrasi anlayışımız ve iddiamız, Platon ve Aristoteles’in tanımladığı anlayışa uygun düşmektedir. Platon:
“Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar.”
Aristoteles de "Demokrasi cahil kitlelerin egemen olduğu bir yönetim şekline dönüşebilir” demiştir.
Gerçekten de Atatürkçülük-milliyetçilik-ulusçuluk-muhafazakârlık-müslamanlık-ümmetçilik, Turancılık gibi birbirine zıt gibi görünen ideolojilerin sentezinden ve ittifakından oluşmuş bir iktidarın, toplumsal çoğunluğun desteği ile Türkiye’ye özgü ceberut bir sistem inşa etmesi, Platon ve Aristoteles’i haklı çıkarmıştır.
Altını çizerek ifade etmeliyim ki, özellikle tarih içinde oluşan Müslümanlık kültürü, bu değişimin itici gücü olmuştur. Müslümanlık değerleri ile siyaset yapanların; hayatlarını atadıklarını iddia ettikleri davalarını, geçmişlerini, kimliklerini, onurlarını yeni sistem için feda ederek, sisteme taraf/yandaş olmaları sadece Müslüman alemi için değil, insanlık için bir ders ve ibret vesikasıdır.
Yeni sistemle Türkiye’de siyaset; halka hizmet için kullanılan bir yol olmaktan tamamıyla çıkmış, arzu ve hırsına esir olmuş, ehliyet ve liyakatten uzak kişilerin güç-para-mevki-sosyal statü için bir mücadele alanı olmuştur.
Ulusçuluk, milliyetçilik, dincilik, ümmetçilik gibi otoriter ideolojiler açısından da bu durum, Türkiye’nin eksen değiştirmesi için bir fırsat olarak değerlendirilmektedir. Bu bağlamda mücadele; devleti ve kurumlarını ele geçirerek ideolojik hakimiyet kurmak ve muasır medeniyet iddiasından tamamıyla uzaklaşmaktır.
Önemle ifade etmek isterim ki demokratik siyaset tasarımı olanlar da istisnaları olsa da çoğunlukla süreci çaresiz, dirençsiz, direnişsiz, tepkisiz, duyarsız ve yüreksiz bir duruş sergileyerek ya saklanmakla veya sadece izlemekle yetindiler.
Ne yazık ki siyasal ve toplumsal beklentilerimiz; artık nereye savrulacağı öngörülmeyen hasta bir Türkiye’ye havale edilmiş durumdadır...!
Bu tablo karşısında çaresiz, eli bağlı kalmaya mahkûm muyuz? Hasta bir ülkeyi ölüme mi terk edeceğiz? Elbette HAYIR!
Jim Clifton: “Beklentiler her şeydir. Hasta olmaktan nefret edebilirsiniz. Fakat hasta olduğunuz zaman kısa sürede tedavi olacağınızı düşünüyorsanız hasta olmaktan daha az nefret edersiniz.”
Her şeye rağmen, geleceğe ilişkin karamsar ve kötümser değilim. Çünkü hastadan ve hastalıktan korkmuyorum.
Başta İktidar partisine destek veren ancak sessizliğini koruyan demokratik sivil dinamikler olmak üzere toplumsal çoğunluğun ortak bir zeminde buluşacağına inanıyorum.
Bunun için de öncelikle demokratik bir siyasete ihtiyacımız vardır. Yapmamız gereken; aktif olanlarla dışlanmış veya köşesine çekilmiş bilgili, birikimli, deneyimli siyasetçileri ve demokrasi talebi olanları demokratik siyaset zemininde bir araya getirmektir.
Demokrasi ortak paydasında bir araya gelmek, yan yana durmak, siyasal ittifaklar kurmak ve birlikte ülkemize sahip çıkmak bir tercih değil, bir zorunluluktur.
Çünkü güvenliğimiz ve geleceğimiz otoriter sistemde, ceberut bir devlette değil, demokratik siyasette, çoğulcu-özgürlükçü-eşitlikçi ve hukukun üstünlüğüne dayalı muasır bir sistemi tesis etmektedir.
Sağduyu, makuliyet, itidal, sorumluluk bilinci, fedakârlık ve biraz da cesaret bu birikimi ortaya çıkarmak için yeterlidir. Karanlığı aydınlatmaya bir kıvılcım yeter…!
Abdulbaki Erdoğmuş