Bir önceki yazımızdaki Mevlâna kıssasında geçen, hilekâr vezirin yazdığı iddia edilen tomarlar/kitaplar; Hıristiyanların arasına fitne sokmak için yazılmış İncil’in sahte/çarpıtılmış, uyduruk kopyalarının üretilmesi şeklinde anlaşılabileceği gibi. Birbirine zıt mana verilmiş İncil mealleri/tefsirleri şeklinde de anlaşılabilir. Çünkü, nasıl Kuran tek olduğu halde, aynı Kuranı farklı şekilde yorumlayan onlarca, farklı, İslami mezhep/tarikat/hareket ortaya çıkmışsa ve de ortaya çıkanlar mezhepçilikleri, tarikatçılıkları veya ideolojik taassupları nedeniyle zaman zaman birbirleri ile ölümüne mücadeleye girmiş ve savaşmışlarsa; aynı şekilde, Mevlana’nın bahsettiği hilekâr vezir, aynı İncilin farklı mezhebi/tariki/felsefi tefsirlerini yazıp Hıristiyanları birbirine düşürmüş de olabilir. Çünkü, aynı türden olayların benzerleri İslam toplulukları/cemaatleri arasında da sıkça yaşanmıştır ve günümüzde de yaşanmaya devam etmektedir.
İlginçtir ki bu türden olaylar sadece Sünni, Şia ve Harici mezhepler arasında yaşanmakla kalmamış; ehli sünnet mezhepleri olarak kabul edilen, Hanefi, Şafii, Hanbeliler, Eşariler ve Maturidi gruplar arasında bile uzun yılar boyunca yaşanmıştır. Arzu eden okuyucularımız, İslami mezhepler ve birbirleri ile mücadeleleri tarihini okuduklarında çok sayıda bahsedilen örneklere rastlayabilirler.
İslami mezhepler tarihine bakıldığında, Sünni, Şia ve Harici mezheplerinin, kendi inanç grupları içerisinde bile bir diğerine bakışları tarihsel süreç içerisinde hep aynı kalmamıştır. Tüm mezheplerin kendi içlerindeki güçlü taassupları, şiddetli fikir ayrılıkları ve yaşadıkları fitneler sebebiyle hem Sünnî mezheplerin kendi içlerinde hem de Sünnî, Şii ve Harici mezheplerin birbirleri arasında zaman zaman çarpışmalar meydana gelmiş ve binlerce Müslüman bu yüzden ölmüş, malları, canları telef olmuş, kütüphaneleri yağmalanmış, hatta bazı şehirler harap dahi olmuştur. Kısaca günümüzde, Sünnilerin, dört-Sünni-hak-mezhep saydıkları mezhep mensupları bile geçmişte birbirlerine kılıç çekebilmişlerdir. Çünkü, bir zamanlar az/güçsüz olmaları nedeniyle, tüm mezhep gruplarının zihinlerinde baskıladıkları hizipçilik taassupları, gücü ele geçirince birden serbest kalarak kendileri gibi düşünmeyen diğer grup/mezhep/tarikat mensuplarını mürtet olmakla, kafirlikle, dini ifsat etmekle suçlayarak baskılamaya çalışabilmişlerdir. Geçmişte, görüş farklılıklarından dolayı ezilen bir grup bir süre sonra siyasal gücü ele geçirince bu sefer de onlar kendilerine yapılanların aynısını diğerlerine yapabilmişlerdir.
Diğer dinlerde olduğu gibi İslam dünyasında da cereyan eden fitne olaylarının sebeplerinden birisi “Hilekâr vezirler” olabileceği gibi, İslami grupların zihinsel altyapılarında yer alan “Taassupları” da olabilir. Toplumsal ilişkilerde taassubun olmadığı, hoşgörünün esas olduğu gruplar arasında hilekâr vezir tipolojilerinin bulunması farklı gruplar-arası ilişkilerde ölümcül çatışmalara varacak zararlara yol açamayacağı değerlendirilebilir.
Siyasal İslami grupların siyasi gücü ele geçirmeden önceki ve sonraki söylem ve eylemleri arasındaki “paradoksal çelişki” analizlerimize tam da bu noktada bir cevap aramak ve bulmak da mümkündür. Siyasal İslamcı kafa, tekelci inanç/zihin yapısı gereği; “Tek tanrı, tek kitap, tek peygamber, tek din” inancına sahip olduğundan; toplumsal ilişkilerde de doğru olanın, “tek lider” ve “tek doğru” şeklinde olması gerektiği sonucuna bilinçli veya bilinçsiz, subliminal yollarla ulaşabilir veya ulaştırılabilir. Bu durumda, Siyasal İslamcıların, eşitlik, adalet, demokrasi vs. talepleri aslında kendilerinin iktidar erkine erişimi için bir alan açma taktiği/manevrası olarak görülebilir. Siyasal İslamcı kafa, gücü ele geçirdiği an; “Tek Allah, tek kitap, tek peygamber ve tek din” var ise; o halde bu mantık zincirinin “tek lider, tek fikir, tek doğru’ şeklinde ilerlemesini gerektirdiğini kolaylıkla düşünebilir ki “Bu doğrunun da yalnızca onların doğrusu olmasını gerektirir”. Çünkü Allah onlara güç verip, başarılı kılıp toplumun başına geçirdi” ise iktidar gücü tekelini ellerine geçirir geçirmez kendilerini “tek doğruyu” temsil eden “Tek Lider /tek sultan /tek padişah /tek halife /tek zillullah-ı fi'l-arz” olarak görmeleri önünde hiçbir engel kalmamıştır.
Bu tekelci, tek tip bakış açısı, “Nasıl Allah hükmünü/iktidarını kimse ile paylaşmıyor, şerik kabul etmiyorsa; benim de iktidarım/hükmüm şerik kabul etmez, benim hüküm/onayım dışındaki fikirler ve yapılanmalar batıl olmalıdır” diye bakabilir. Nitekim Siyasal İslam’ın uygulamada görünen fiili duruşu hep böyle olmuştur.
Siyasal İslam’ın tekelci zihniyetinin İslam dünyasındaki fikri yansıması “Tekfircilik” şeklinde olmuştur. Tekfircilik, kendileri gibi düşünmeyen, kendilerine tabi olmayanları “dinden çıkmış sayma”, İslam’a girdikten sonra “küfre dönmüş” saymak demektir. Bu bakış açısı bir bakıma, damgalanan kişi ve grupların İslam dininden, İslam toplumdan aforoz edilmesi anlamına gelir ki; bu markalama, bir takım radikal yorumlara göre içerisinde idam edilme/öldürülme seçeneğinin de bulunduğu müeyyideleri de barındırır.
Bu türden radikal yorum ve uygulamalara İslam dünyası da hiç yabancı değildir. Mesela, Hallac-ı Mansur, Nesimi gibi tekfir edilip, ibreti alem olmaları için derileri diri diri yüzülerek korkunç bir şekilde öldürülme örnekleri İslam dünyasının hafızasında yer alan oldukça meşhur örneklerdir. Bu gibi bireysel örnekler dışında, onlarca farklı inanç grubu mensuplarının toptan yok edilmesine yönelik yüzlerce fetva çıkarılmış ve yüzbinlerce insan acımasızca katledilebilmiştir.
İlginçtir ki İslam dünyasında birbirini tekfir etmeyen/dışlamayan görüş oldukça azdır. Eğer, birçok İslami mezhep, tarikat veya cemaat dün veya bugün birbirlerini öldürmemişlerse bunun sebepleri teolojik/ideolojik olmaktan ziyade “pragmatiktir”. Çünkü birilerine zarar vermeye kalkanların aynı zamanda zarar görme ihtimali olmasından dolayı İslami gruplar arasındaki mücadele, zaman zaman sıcak çatışmalar şeklinde cereyan etse de çoğu zaman “soğuk savaş” niteliğinde sürdürülmüştür.
Belirtilen bağlamda, Siyasal İslamcı gruplar, birbirlerinden pek hazzetmezler, ama birbirlerine de “katlamak” zorunluluğu hissederler. Bu durumda gücü ele geçirenler, diğerlerinin hakkını açık veya kapalı olarak gasp etmekte hiç de mahsur görmezler. Bu şekli ile birçok Siyasal İslami grubun/cemaatin zihinsel kodlarında “İŞİD” gibi bir canavarın saklı olduğu da söylenebilir. Ancak, bu İŞİD canavarı uygun bir ortam ve fırsatını bulduğu anda ortaya çıkar, beklediği fırsatı bulamadığı taktirde, zamanı gelinceye kadar uykuya yatar, o kadar. Belki de bu sebepledir ki Hazreti Peygamber “Fitne uykudadır. Onu uyandırana Allah lanet etsin” demiştir.
Geleneksel İslam’da “kafir”in de bir hukuku ve hakk-ı hayatı vardır. Ama dinden dönmüş/çıkmış, “Mürtet” sayılan Müslümanların hukuku oldukça netamelidir. Mürtetler hususunda Kur'an'da açıkça bir dünyevi ceza hükmü yer almaz. Kuran’da, mürtetler hakkında; “Onların yaptıkları ameller dünya ve ahirette boşa gidecektir” şeklinde ifadeler yer almıştır. Ancak, ilginçtir ki meşhur, İslami fıkıh ekollerinin çoğu, mürtetlerin öldürülmesi gerektiği görüşünü benimsemiş olduklarından, mürtet sayılanlar için öldürülme tehlikesi oldukça yüksektir. Mesela radikal bir İslami görüşe göre, mürtet sayılanlar; “Öldürülür, mallarına, hanımlarına, çocuklarına da el konulur”, yani ‘mürtet’in, “Kanı helal, malı ganimet, hanımı cariye, çocukları köledir”. Bu fetva bana, nedense, 15 Temmuz 2016 gecesi, bazı askeri lojmanların önünde toplanıp “Asker hanımları cariyemizdir (!)” diye slogan atan kalabalıkları hatırlattı. O yaşanan olay ve benzerleri bize hatırlatıyor ki İslam dünyasındaki hiçbir görüş tarihsel kalmamıştır. Hemen hemen hepsi hala günümüzde de yaşamakta ve gizlendikleri pusudan çıkmak ya da yattıkları uykudan uyanmak için bir fırsat kollamaktadırlar.
Bu durumda, iyi ki Atatürk, demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu ve bizleri tek-tipçi, Orta çağ zihniyetlerine meze olmaktan kurtardı demek zorunluluğu doğmaktadır. Yoksa, dinciler, bugün bile, kendilerini Allah’ın yerine koyarak, kendilerinden farklı düşünen/yaşayan birilerini, mürtet, kafir, fâsık, sapık bidatçi, diye damgalayıp, ötekileştirdiklerini öldürmeye kalkabilirlerdi. Bu zihniyetin canlı örnekleri, Afganistan’da, Pakistan’da, Asya’da Afrika’da ve Arap coğrafyalarında yaşamaktadır. İŞİD, El-Kaide, Boko Haram gibi birçok örgüt de bu türden tekfirci zihniyetlerin bir ürünüdür. Bu tür örgütler, görüntüde, İslam’ı ve Müslümanları savunmak için kurulduklarını iddia etseler de en çok Müslümanları öldürmüşler veya Müslümanların ölümüne sebep olmuşlardır. Bu konularda toplanan istatistiklerde bu tezimizin delili vardır.
Siyasal İslam zihniyeti hususundaki irdelemelerimize bir sonraki yazımızda devam edilecektir.
Doç. Dr. Bayram Erzurumluoğlu