Kuruluşundan itibaren din ve laiklik açısından devamlı tartışma konusu yapılan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, son dönemlerde para-pul-faiz ve inşaat-yapı işleriyle daha çok gündemde olması dikkat çekmektedir.
Diyanet Vakfı’nın zekât, sadaka, hayır-hasenat olarak topladığı ve Hac organizasyonlarında yatırılan paralardan her yıl büyük bir FAİZ geliri elde ettiği bilinmektedir. “Helal” veya “Haram” hükmünü verecek olan ben değilim ancak bu eksende yapılan tartışmaları ciddiye almak zorundayız.
Bunlar yetmezmiş gibi, İstanbul Heybeli Ada’da bulunan ve boşaltılan Sanatoryum hastanesinin Milli Emlak Genel Müdürlüğü tarafından 2018 yılında Başkanlığa tahsis edilmesi, Bodrum’da Gökova Koyu'nu tepeden gören değeri yüksek ve büyük bir arazinin, Belediye meclisinin iki kez aldığı ret kararına rağmen Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından inşaatına başlanması büyük tepkilere neden olmuştur.
“Dinlenme ve Eğitim Merkezi” olarak planlandığı ve maliyetinin 100 milyon civarında olacağı iddia edilen inşaatın haklı, makul bir gerekçesinin olduğunu düşünmüyorum. Sosyal tesis boyutu bir tarafa, Diyanetin hangi ahlak-hak ve salahiyetle böyle bir yatırıma giriştiğini anlamak da mümkün değildir.
Paha biçilmez deniz manzaralı arazilerde resmi kurum ve kuruluşların inşa edilmesinde “rant” dışında nasıl bir amacın olabileceğini anlamakta zorlanıyorum. Söz konusu inşaatların Kur’an Kursları, Cemaat okulları, Tarikat külliyeleri, camiler ve Diyanete ait yapılar olmasından ise utanç duyuyorum.!
İster Hazine desteğinde, isterse Cuma Namazı çıkışlarında toplanan bağış ve yardımlarla olsun finanse edilen bu yatırımları savunmanın haklı bir tarafı olmadığı, aksine vebal olduğu şüphe edilmeyecek kadar açıktır.
Din bezirgânlığının sınır tanımadığı bir dönemden geçiyoruz. Bu yatırımlar için "Kuran kurslarında tuğlası olana cennette ev verilir" gibi sahih olmayan hadislerle toplumun dini duygularının istismar edilmesi İslam’a, peygambere haksızlık değil midir?
Yasal işlevi “toplumu din konusunda aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” olan Diyanetin, amacından saptığı ve farklı faaliyetler içine girdiği çok açıktır.
Politik bir amaçla kurulmasına rağmen hiçbir dönemde son 10 yıl kadar politize olduğu söylenemez. Diyanet’in her dönemde iktidarlara göre renk değiştirmesine rağmen hiçbir İktidar döneminde bu kadar iktidar rengi ile boyandığı görülmemiştir. Hiçbir dönemde yine bu kadar iktidar politikalarına ram ve amade olunmamıştır.
Bu dönemde Diyanet İşleri Başkanlığı da diğer devlet kurumları gibi hızla iktidar partisinin hizmetinde ideolojik bir din kurumuna dönüştürüldü ve siyasetin yönlendirilmesiyle bir parti kurumu gibi kullanılmaya başlandı. Diyanete ve Camilere “dini kurumsallık”, diyanet görevlilerine “din adamlığı” misyonu verilerek totaliter bir yapının adeta hazırlığı yapılmaktadır.
Bu gidişle hızla akıl tutulması yaşayan Ortaçağ Batı dinbazlığına eviriliyoruz. Sivil, İslami ve ahlaki bir uyanış gerçekleşmezse Ortaçağ Avrupa’sının engizisyon uygulamalarına maruz kalacağımızdan ciddi bir endişe duymaktayım.
Diyanet gibi “dini” olarak kabul edilen resmi kurumlar, din merkezli cemaatler, partiler, ideolojik gruplar, vakıf ve dernekler gibi örgütlü yapılar sadece sivil-sosyal hayatımız için değil, İslam için de tehdit ve tehlike unsurları haline gelmektedir.
Mescit ve Camileri resmî kurumlar olarak tanımlamak ve iktidar politikalarının propaganda merkezi haline getirmek hem İslam, hem de devlet açısından sorunlu, mahzurlu bir yaklaşımdır. Bir Emevi geleneği olan bu uygulamaların geçmiş asırlarda neden olduğu ayrışmalar, bölünmeler, düşmanlık ve çatışmalar günümüzde de artarak devam etmektedir.
Esas itibariyle İbadet yerleri imar dışında resmî izne bağlı olmadan ve devlet politikalarına ram olmadan herkese açık sivil ve özgür mekânlardır.
Ülkemizde, başlangıçta daha çok bu anlayış hâkim iken, özellikle son on yılda kurumsal, politik ve ideolojik merkezler haline geldiği yönünde bir algının oluşması toplumda kuşkulu yaklaşımlara yol açmaktadır.
Uygulamalar, mescit ve camilerin halkın değil, ideolojik grupların veya diyanetin resmi kurumları olduğunu göstermektedir. İslamcı bir Öğretim üyesinin gazeteci Yılmaz Özdil ve Cüneyt Akman'la ilgili "Cesetleri camilere sokulmasın, cenazeleri kılınmasın" çağrısı yapması da bu anlayışın sonucudur.
“Allah’ın evi!” diye toplanan yardımlarla yapılan camilerin Diyanetin veya ideolojik grupların bir “mülkü!” olarak faaliyet göstermesi ve Müslümanlar tarafından da kabul görmesi ne büyük hezeyandır!
Ülkemiz, dinbazlığın ve din adamlarının istilası ile karşı karşıyadır. Saray uleması ve Diyanet marifetiyle, on binlerce görevli, devasa bir bütçe, her köşeye, köy ve mahalleye ihtiyaç ve talep dışında yapılmış gösterişli camiler, Kur’an’ın öğretilmediği ancak okutulduğu Kur’an Kursları, İslam öğretisinin esas alınmadığı dinci yapılanmalar ve örgütlü organizasyonlar hızla yayılmaktadır.
Mevcut iktidar döneminde “Asımın neslini yetiştirmek” veya “dindar nesil!” iddiasıyla açılan yüzlerce İmam Hatip Okulu ve onlarca İlahiyat Fakültesi nasıl bir işlev görmektedir? Bunlardan hangisi aklı, vahyi, bilgiyi, düşünmeyi, araştırmayı, keşfi, yenilenmeyi, insanlığı öncelemektedir?
Diyanet dâhil hangi faaliyetlerinde Ahlak-İlim-Hikmet ve Adalet vardır? İslam, bu faaliyetlerin neresindedir?
Hiçbirisinin faaliyetlerinde saf ve berrak bir İslam anlayışı, Kur’an ve Risalet ışığı söz konusu değildir. Bu camia içerisinde Kur’an ışığında aydınlanma ve hakikat mücadelesi verenler de iftira ve karalama kampanyalarıyla linç edilmektedir.
Diyanet İşleri Başkanlığının faaliyet alanlarının bu kadar genişlemesi ve uygulamalarının ideolojik-politik mesajlar içermesi toplumun dikkatinden kaçtığı düşünülmesin. Mayınlı bir alan olması nedeniyle muhalefet partilerin görmezden gelmesi anlaşılır bir durumdur ancak dini hassasiyeti yüksek olan kişi ve çevrelerin dikkatinden kaçmadığı bilinmelidir.
Bu konuda Diyanet İşleri eski başkanlarının ve emekli mümtaz hocalarımızın sessiz kalmalarını yadırgadığımı belirtmek isterim.
Bu şahsiyetlerin, Diyanet’in ve din adamlarının politika ile iç içe sınır, ilke, hak-hukuk tanımaz uygulamaları karşısında bizi ve toplumu aydınlatmaları tarihi bir sorumluluk olarak görmelerini istiyorum.
Kuruluşundan itibaren sadece başkanlar düzeyinde değil, müftü-vaiz-İmam Hatip-müezzin ve diğer personeli bakımından çok sayıda saygın ilim insanı görev yapmış ve bugün görev yapanlar arasında da benzer şahsiyetler bulunmaktadır.
Ancak hem kurumsal hem de görevliler bakımından hiç bu kadar yıpranmış, kirlenmiş, itibarsızlaştırılmış bir Diyanet algısı söz konusu olmamıştır. Kuşkusuz bunda, kurumun alabildiğine ve gereksiz olarak büyümesi, geniş alana yayılması ve bir kaç bakanlığın toplamından daha fazla bir bütçeye sahip olması ile devasa bir istihdam kurumuna dönüşmesinin de payı çok büyüktür.
Gerçekten de Diyanet’in gerekli olup olmaması bir tarafa, bu kadar büyük bir bütçeye, personele ve geniş alana sahip olması gerekiyor mu?
Kurumsal olarak Diyanet ile İslam arasında bir bağ kurmak veya İslam referanslarıyla Diyaneti sahiplenmek doğru değildir. Diyaneti bir devlet kurumu olarak görmek ve gerekli olup olmadığını buna göre değerlendirmek durumundayız.!
Abdulbaki Erdoğmuş