1915 yılı, Ermenilere yönelik tehciri ve katliamların trajediye dönüştüğü bir dönemi tanımlar. 1 Milyonu aşkın Osmanlı yurttaşı Ermeni’nin bu katliamlarda hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir.
Yol güvenliği, içecek, yiyecek, barınma yoksunluğu, soygun, cinayet ve taciz gibi çok ağır şartlarda tehcire maruz bırakılan Ermenilerin yaşadığı dramları her vicdan sahibi insan yüreğinde büyük bir acı olarak hisseder.
Katliam öncesi gelişmeler dikkate alındığında, Türkiye’de gelişen olayları da Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında yaşanan büyük travmalardan ayırmak pek gerçekçi değildir.
Dünya savaşlarının gerçekleştiği, imparatorlukların yıkıldığı, sınırların değiştiği, neredeyse dünyanın tamamında birçok katliam ve trajedilerin yaşandığı ve siyasal açıdan büyük değişim ve dönüşümlerin olduğu bir dönemden söz ediyoruz.
Savaşların tarafları olan bütün ülkelerde birbirine benzer olaylar, trajediler ve travmalar yaşanmıştır. Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğunun yıkılma ve dağılma sürecinde yaşanan bu olayları dünyanın diğer bölgelerinden ayrı değerlendirmek, olayların doğru anlaşılmasını engelleyecektir.
Rus ordularının Doğu Anadolu Bölgesi’ni işgali sırasında yaptığı katliamlar, bu örneklerden birisi olarak verilebilir. Rusya’nın “Bağımsız Ermenistan” taahhüdüne güvenip Osmanlı ordusuna saldıran Ermeni milis güçlerinin Doğu’da katliamlar yaptığı da bir gerçektir.
Doğu Anadolu’da yaşanan bu çatışmalar sırasında Türk-Kürt ve Ermeni güçlerden binlerce insanın hayatını kaybettiği bilinmektedir.
Ermeni halkına yönelik planlı saldırılar, taşınır-taşınmaz mallarına el konulması ve insanlık dışı uygulamalara maruz kalmaları, daha çok Rus ordularının geri çekilmesinden sonra başlamıştır. Büyük felaket veya trajedi olarak tanımladığımız katliam ve tehcir olaylarının başlangıcı da bu döneme denk gelmektedir.
Türkiye açısından yaşanan olayların siyasi sorumlularını tanımlamak önemli bir sorun oluşturmaktadır. Bu nedenle yaşananları “soykırım” olarak tanımlayan uluslararası topluma ve parlamentolarına karşı kendisini savunmakta yetersiz kalmaktadır.
Yaşanan felaketten Osmanlı’yı ve Doğu Anadolu halkını sorumlu tutmak gibi politikalar, bütün çabalara rağmen karşılık bulmamaktadır. Objektif ve adil olacaksak, katliamların siyasi sorumluluğunu Osmanlı yönetimine ve halka yüklememizin gerçekçi olmadığını ifade etmek istiyorum.
Osmanlı yönetimi ve tarihi sicili, katliam ve tehcirler konusunda hiç de temiz değildir. Tersine tarihleri katliamlarla doludur ancak Ermeni katliamlarının sorumluluğunu Osmanlı’ya yüklemek büyük bir haksızlık olur kanaatindeyim.
1912-1913 yılları arasında Osmanlı Hariciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) Ermeni Gabriel Noradunkyan olduğu halde, Ermeniler aleyhine bir katliam ve tehcir planının yapılmış olması düşünülebilir mi?
Yine aynı dönemde Osmanlı mutasarrıfı (Büyük Elçi) olarak görev yapan Ohannes Kuyumciyan Paşa ve diğer Ermeni bürokratların varlığını unutmamak gerekir.
Hariciye Nazırı Gabriel Noradunkyan’ın daha sonra Paris Barış Konferansı ve Lozan Barış Konferansı'nda Ermenileri temsil etmiş olması, tezimizi güçlendirdiğini düşünüyorum.
İttihat ve Terakki zihniyetiyle Jön Türklerin planlayıp uygulamaya koyduğu bir katliamın sorumlusu ne Osmanlı’dır, ne de Türk ve Kürt halkıdır. Dönemin yönetim ve güç unsurları olduğu açıktır.
Osmanlı otoritesini de tanımayan bu güç merkezlerinin desteklediği milis ve çetelerin yaptığı katliamlardan Türk ve Kürt halkı veya Osmanlı neden sorumlu olsun? İnsani ve ahlaki sorumluluğu olsa da siyasi sorumluluğu yönetime değil de halka yüklemek haksızlık değil midir?
Taşınır malların yağmalanması ve talan edilmesi karşılığında halktan çapulcu kesimler teşvik edilmiş ancak köşkler, saraylar, hanlar, dükkânlar, araziler gibi taşınmaz malların hiçbiri çapulculara bırakılmamış, tamamına devlet, görevli bürokratlar, dönemin paşa, bey, ağa ve aşiret liderleri el koymuştur.
Suça iştirak etmedikleri halde Türk ve Kürt halkının payına katliam, cinayet, yağma, talan düşerken yönetici ve feodal kesime mülk ve zenginlik düşmüştür.
Bu gerçekliğe rağmen yaşanan katliamlardan dolayı, durumdan vazife çıkaran bazı Kürt siyasetçilerin, çıkıp Kürtler adına özür dilemelerini anlamakta zorlanıyorum.
Olaylar sırasında ortada bir Kürt devleti veya Kürt yönetimi yokken, Kürtler adına özür dilemek bugünün politikacılarına mı düşer?
Çapulcuların, milis ve çetelerin işlediği cinayet, yağma ve talandan dolayı bir halkı sorumlu tutmak ve halk adına özür dilemek neden Kürt siyasetçilerine düşsün?
Bu tarz özür dilemeler; Ermenilere yönelik işlenen katliamların faturasını Kürtlere kesmenin alt yapısını hazırlamaktadır. Bilinçli yapılıyorsa Kürtlere ihanet, bilinçsiz yapılıyorsa gaflet olacağı unutulmamalıdır.
Ermenilerin acılarını, trajedilerini anlamak, paylaşmak hepimizin ahlaki ve insani sorumluluğudur ancak özür dilemesi gerekenler bellidir ve Kürtler adına siyaset yaptığını iddia eden politikacıların durumdan vazife çıkarmaları kabul edilemez.
Kürt politikacılarının anlaşılmaz bu tutumları, katliamlar ve tehcir olaylarının yalnız Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşandığı algısını da oluşturmaktadır. Oysa gerçekler hiç de öyle değil.
Sivas, Kayseri, Yozgat ve Adana gibi bölgelerde yaşananlar neydi? Nerede buraların Ermenileri? Tehcir sırasında en büyük vahşet, Ermenilerin Toroslar geçişinde yaşanmadı mı?
Ayrıca katledilenler, mal ve mülklerine el konulup tehcire maruz bırakılanlar sadece Ermeniler mi? Nerede Süryaniler, Keldaniler, Ezidiler, Rumlar, Pontuslular?
Yine, Gayr-i Müslim unsurların katliamlarından hemen sonra Kürtlere yönelik başlatılan kanlı saldırılar ve etnik temizlik uygulamalarının nedeni söz konusu zihniyet iken, Ermeni katliamlarında Kürt halkını sorumlu tutmak doğru mudur?
Osmanlı yönetimini sorumlu ve suçlu ilan edenlere sormak istiyorum: Sadece Ermeni katliamlarının sorumluları mı ortada yok? Rum ve Pontuslular katliamlarını da Osmanlı mı yaptı?
1921 yılından itibaren başlatılan Kürtlere yönelik etnik temizlik uygulamalarını Osmanlı yönetimi mi başlattı? Dersim katliamını kimler planladı? Şark Islahat Planlarını kimler hazırladı?
Yakın tarihte, hem de mevcut iktidar döneminde yaşanan Roboski, Diyarbakır/Sur, Cizre olayları, aynı geleneğin devamı değil midir?
Türkler ve Kürtler arasında bir savaş yaşanmadığı gibi, Türklerle Ermeniler veya Kürtlerle Ermeniler arasında da bir savaş yaşanmamıştır. Gayr-i Müslim unsurlara da, Kürtlere de uygulanan katliamlar, tehcir ve asimilasyonlar, İttihat ve Terakki zihniyetinin bir sonucudur. Sorgulanması ve yüzleşilmesi gereken; hala aralıksız devam eden bu karanlık ve çağdışı zihniyettir.
Kim nasıl tanımlarsa tanımlasın değişmeyen gerçek şu ki; bu topraklarda Ermeni katliamları ve tehciri yaşanmış ve bu halk insanlık dışı uygulamalara maruz bırakılmıştır. Yüz yıl sonra aynı zihniyet ve uygulamalar söz konusu olduğuna göre, sorumlularını da bu zihniyette aramak ve adını buna göre koymak gerektiğini düşünüyorum.
Ve sormaya devam etmeliyiz: Bunca insana nasıl kıyılabilir? Yurtlarından, vatanlarından zorla çıkarılmaları nasıl hoş karşılanabilir? Gasp edilmiş mallarıyla, mülkleriyle nasıl abad oluna bilir?
‘Ermeniler nerede’ sorusuna ve bu yok oluş tablosu karşısında verilecek cevabımız var mı? Devlet ve yönetimler hukuk dışı uygulamalarıyla, bizler de suçlarımızla, günahlarımızla, yanlışlarımızla yüzleşmeden insanlık ailesine dâhil olabilmemiz mümkün değildir.
Abdulbaki Erdoğmuş