' İslamcılığın Said Nursi ile imtihanı!!
Senai Demirci: Şu sıralar, kendi siyasî duruşunun konforuna yaslanarak...Şeytanî siyasilik tam da budur...
Medinehaber.com
Senai Demirci, İslamcılık üzerinden başlayan Said Nursi tartışmalarına katıldı. Star Açık Görüş’te yayınlanan yazısında Said Nursi’nin başka hesaplar üzerinden yorumlandığına dikkat çeken Demirci, “Şu sıralar, kendi siyasî duruşunun konforuna yaslanarak, hep dillendirdiği bu ilke hatırına hiç yanında durmadığı takiyyeciler üzerinden Said Nursî’yi mahkûm etmeye kalkanların, janjanlı sosyolojik etiketlerle Said Nursî söylemini, Gülen söylemine indirgemeyi, Mehdicilik tezgâhında ucuzlatmayı, Cübbeli zahirciliğiyle eşleştirmeyi, cifir ve ebced hesaplarıyla marjinelleştirmeyi umanların yaptığı tam da budur. Hakikatin hatırı yerine kendi çıkarlarını yükseltmek. Anlamak yerine yargılamak. Özündeki cevheri görmek yerine çamur atmak, çamuruyla takdim etmek… Şeytanî siyasilik tam da budur” dedi.
Senai Demirci’nin yazısı şöyle:
İslamcılığın Said Nursi ile imtihanı…
İslamcılık, kısa ve sade tarifiyle, Müslümanlardan yana olmak. Müslümanların ezildiği, siyasal olarak dışlandığı çağda, iyi niyetli ve haklı bir duruş, gerekli bir tavırdır İslamcılık. İslam’ı siyasal düzlemde de var kılma çabası olarak somutlaşan bu yaklaşımın sorunu, İslam’ın muhtevasını, mümin olmanın bireysel sorumluluğunu göz ardı etme riski taşımasıdır. İyice sivrildiği zemin ve zamanlarda, Müslümancı olmayı, Müslüman olmak yerine koyunca, Rabbe teslim olma çabasını küçümsetebiliyor. Bir düşünce üretmek yerine, sloganlaşabilecek kadar sığlaşan tekrarları doğurabiliyor. İslamcılığın siyasal bir zorunluluk olarak altının çizildiği şartlarda, Müslüman olmanın muhtevasına emek verenler ya küçümseniyor ya yanlış anlaşılıyor ya da romantik diye etiketleniyor. Said Nursi’nin mahkûmiyeti de bu kertede başlıyor. İslamcılığın genel geçer yargılarına sığmadığı için, kalıplara uymadığı için… Herhangi bir kurumdan itibar beklentisi olmayan Said Nursi’nin sınavından çok, Said Nursi üzerinden bir sınanmadır bu…
SAİD NURSİ’NİN İSLAMCILIĞI ‘TERS KÖŞE” YAPTIRAN DURUŞU
Said Nursi’nin İslamcılığı ‘ters köşe” yaptıran duruşu ilk olarak Osmanlı saltanatına bakışıyla belirir: Çoğu ulema ve siyasi aktör, Abdulhamid Han’ın tahttan indirilmesi üzerine, “Din elden gidiyor…” diye sızlanırken, Said Nursi sakindir. “Sinek vızıltısını kesti diye âlemin ritmi bozulmaz, göklerin korosu susmaz…” Bir sultanın tahtta kalması, âlemdeki saltanatı eksiltemez ki. Kimsenin duymadığı asıl müziği duyar Said Nursî. Yıldızların dönüşü, mevsimlerin akışı, yağmurların dökülüşü, denizlerin çağıltısı, güneşin tebessümüdür Nursi’nin gördüğü saltanat.
Tam da bu yüzden, tahtta olduğu dönemde, Abdulhamid Han’dan çokları şeriat talep ederken, Said Nursi sadece hürriyet ister. Hakikat kuvvete ve iktidara tenezzül edecek değil ya… Şeriat, insan hür olsun diye vardır; şeriat hükümleriyle iradesi elinden alınsın diye değil. Allah’ın iradeli yarattığı insanın iradesini, hele de İslam’ın lehine, iptal etmek, Allah’ın iradesine saygısızlıktır.
Said Nursi’nin asıl tersliği seçtiği gündemidir. Bin yıllık tarihine dayanarak, kendini baştan ”iman etmiş” sayan millete, imanın sürekliliğini unutup muamelât fıkhının püsküllü meseleleriyle boğulan ulemaya, “Ey iman edenler, iman edin!” ayetinin sarsıcı uyarısına ses olur Said Nursi. Muktebes ve miras Müslüman kimliği üzerine alışkanlıklar eklemek yerine, insanı ‘sıfır noktası’ndan yeniden inşa etme çabasına düşer, İslam’ı insan temeli üzerinden yeni baştan dillendirir. Sonuç olarak, biricik varisi olan Risale-i Nur “ey Müslüman…” hitabı yerine “Ey insan…” hitabıyla konuşur.
Kurtuluş Savaşı’nın sonucunu ters yüz ederek okur Said Nursî. Genç Cumhuriyet’in askeri zaferinin gölgesinde dinsizlik fikrinin topluma sızdığını, maddeten galip olan İslam ordusunun manen mağlubiyete hazırlandığını, Ankara Kalesi’ndeki hüzünlü bir akşamüzeri “Ankara’da en kara bir hâlet gördüm” diyerek kaydeder Said Nursî. O andan itibaren bir numaralı kaygısı bu olur. Hala daha Ankara’nın “en kara” havasını dağıtmaya çalıştığımızdan bellidir.
KUR’ÂN KELİMELERİYLE KONUŞAN ANA/Ç DİL TÜRKÇE’Yİ TEDAVÜLDE TUTMAYI BAŞARIR
Tefsir geleneğini de kırar Said Nursi… Ama kırıcı olmadan, ama yıkmadan, ama incitmeden; inşa edici, onarıcı bir tavırla. Konvansiyonel tefsir geleneğine devam edip M. Kamal’ın cazip(!) teklifiyle rahat etmek varken, Erek Dağı’nın eteklerinde uzlete çekilip gece gündüz ince sızılarla yeni bir dil arar, yeni şeyler söylemek için kalbinin gündemine kapanır. Diyar diyar sürülmesine aldırış etmeden, mahpus damlarında tutulmalarını takılmadan, ısrarla ve sabırla, kavramların izinden yürüyerek, arzu ettiği yeni dili inşa eder. Yeni kuşaklara ve yeni çağa Kur’ân adına diri bir akış bırakır.. Kur’ân kelimeleriyle konuşan ana/ç dil Türkçe’yi tedavülde tutmayı başarır. Risale’nin dilinin taşıdığı hayatî misyonu fark edince, “sadeleştirme” kılıfıyla, bu yenileyici dili, sahteleştirmeye, sığlaştırmaya, tahrif etmeye ve tahkir etmeye yönelik küstah hamlenin tek partinin harf inkılabıyla paralel olduğu görülür.
KUR’ÂN VE ELÇİ’Yİ DUYABİLDİĞİ ‘AÇIK ÜNİVERSİTE’ SİSTEMİ GELİŞTİRDİ
Said Nursî aydınlanma zincirini de kırar. Şeyh-mürid ilişkisi üzerine yürüyen, hiyerarşik eğitim sistemini yinelemek yerine, hakikatin herkesçe doğrudan ulaşılabilir olduğu, her isteyenin en yüksek hakikat kaynağı Kur’ân ve Elçi’yi duyabildiği ‘açık üniversite’ sistemi geliştirdi. Hakikatin kişiler üzerinden değil yazılı metin üzerinden seslendirildiği şeffaf ve şefkatli bir sistem kurar. Hakikati bir kişinin karizmasına zimmetleyen, o bir kişinin ve ona sorgusuz bağlıların, bin türlü teville, tesettürü füruat, darbeyi içtihad diye boyadığı sözüm ona “Nur Cemaati”nin bir sahteleştirme operasyonu olduğu artık açıkça görülür. Said Nursî’nin sivil davası bu itibar suikastından sağ çıkmıştır, “Nur Cemaati” markası gaspçılardan geri alınmıştır.
EHL-İ SÜNNET ADINA MİLİTANLIK YAPANLARIN SAİD NURSÎ’Yİ “Şİİ” DİYE İTHAM ETMESİ ŞAŞIRTICI DEĞİL
Said Nursi, Ehl-i Sünnet yürüyüşüne ray değiştirtir; işin aslı anlaşılsa, ağır bir cürüm sayılır bu. Tüm Şia cephesini, toptancı bir siyasal tavırla dalalette gören geleneksel yaklaşıma itibar etmez. Şia tarafında bile kalsa, emek verilmiş ilmî birikimi ve değerli rivayet mirasını Ehl-i Sünnet cephesine kazandırır. Zeynelabidin’den[ra] gelen Cevşen rivayetini, Şia alimlerinin yüklendiği iman gündemini tazeler, zarafetle yürütür. Ehl-i Beyt mektebinden gelen ama tarihsel olarak Şia tarafında kalmış birikimleri, Siyasî Şia üzerinden mahkûm etmenin yanlışlığını görür. Bu yanlışlık görülmezse, Ehl-i Sünnet de siyasallaşır, Ehl-i Sünnet yerine Ehl-i Sünnetçiler oluşur. Ehl-i Sünnet olmayı, Ehl-i Sünnet içinde olanların taraftarlığı sananların, Ehl-i Sünnet adına militanlık yapanların Said Nursî’yi “şii” diye itham etmesi, şaşırtıcı değil, bence memnuniyet vericidir. Ölçeği yanlış olanın ölçümü de yanlış olacaktır.
CEMAATLERİN ÖRGÜTLER HALİNE GELMEMESİ İÇİN ÇOK İNCE UYARILARDA BULUNUR
Cemaatlerin örgütler haline gelmemesi için, çok ince uyarılarda bulunur, çok hassas ölçüler vaz eder Said Nursî. Hakikati anlatmanın karşılığında, büyük oranda iyi niyetle, hakikati “bizimleştirme’yi doğuran, tebliğini taraftarlık telkinine dönüştüren cemaatçi anlayış yerine, gerçek cemaatteki eşitlikçi saf düzenini korumaya çalışır. Hakikatin güneş gibi kimsenin cebine sığmayacağını dillendirir. Davayı taraftarlığa ve güç kazanmaya dayandıran örgüt yapısı yerine, herkesin şahane hür olduğu bir sivil yapı kurar. Verilse bile sadaka almamayı ana ilke yapar; talep edilse bile siyasal/fiziksel iktidara yaslanarak hakikatin sesini yükseltmeye tenezzül etmez.
“ŞEYTANDAN VE SİYASETTEN ALLAH’A SIĞINIRIM” SÖZÜ YANLIŞ YORUMLANDI
Said Nursî, siyasî tavrında, hem muhalifleri hem takipçileri tarafından, çoğunlukla yanlış anlaşılmıştır. Siyasi tavrı nettir aslında. Dillere pelesenk olan “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” sözü tamamen bağlamı dışında, zâhirci bakışla yorumlandı. Said Nursi; Müslümanların lehine ya da aleyhine olacak her seçimde, tercihini, göstere göstere Müslümanlardan yana kullanır. Menderes’i “şerrin ehveni” olarak tercih etmesi, şerrin büyüğünü def etmek içindir. Tercihin olduğu yerde, siyasi ilgisizliğin vebal olduğunu, tercihte bulunmamanın şerrin büyüğü lehinde bir tercih olduğunu gayet iyi bilir. Said Nursî’yi, önce tek parti döneminde siyasete karışmadı, sonra bu fikrinden döndü diye kaydetmek, onu korkak ve takiyyeci, ilkesiz ve pragmatist olarak okumaya denk gelir. Şeytanı ve siyaseti yan yana zikretmesi ise, hakka hak dışında bir gerekçe ile tâbi olunmaması ilkesini hatırlatmak içindir. Bir kişi tercihini, hakkın hatırıyla değil de, kişisel ya da cemaatî menfaatiyle belirliyorsa, ilkesel değil pazarlıklı hareket ediyor demektir; “satın alınabilir” ya da “satabilir” olmaktır bu. İblis’in Âdem’e [as] ateşten olması şartıyla secde edeceğini ima etmesi, topraktan olduğu için secde etmemesi, en zehirleyici siyasettir. Hakkın yanında durmak için ikincil bir gerekçe aramak, hakkı hak bilmemenin en sinsi halidir, insanın sahihliğini yakar ve yıkar.
TAKİYYECİLER ÜZERİNDEN SAİD NURSÎ’Yİ MAHKÛM ETMEYE KALKANLAR…
Şeytan ve siyasetin kardeşliği, hakkın hatırının ikincil plana itilmesiyle başlar. Said Nursî, Müslümanların hayatta var olmasını, tercihlerini siyasi alana taşımasını şirk gören mesnedsiz ve tutarsız anlayıştan uzaktır. Şu sıralar, kendi siyasî duruşunun konforuna yaslanarak, hep dillendirdiği bu ilke hatırına hiç yanında durmadığı takiyyeciler üzerinden Said Nursî’yi mahkûm etmeye kalkanların, janjanlı sosyolojik etiketlerle Said Nursî söylemini, Gülen söylemine indirgemeyi, Mehdicilik tezgâhında ucuzlatmayı, Cübbeli zahirciliğiyle eşleştirmeyi, cifir ve ebced hesaplarıyla marjinelleştirmeyi umanların yaptığı tam da budur. Hakikatin hatırı yerine kendi çıkarlarını yükseltmek. Anlamak yerine yargılamak. Özündeki cevheri görmek yerine çamur atmak, çamuruyla takdim etmek… Şeytanî siyasilik tam da budur.
SAİD NURSİ, İNSANI VE MÜMİNİ SADECE "SİYASAL" BİR VARLIK OLARAK ELE ALMAZ
Elbette bu yazı İslamcılığı bir dava olarak benimseyen, bu yolda akıl ve alın teri döken kahraman mücahiterleri Said Nursi’nin karşısına koymak için yazılmadı. Bu satırların yazarı da yeri geldiğinde “İslamcı”dır. Yeri geldiğinde, vacip olduğunda, Müslümancı olmak Müslüman olmanın şartı olur.
Bununla birlikte, bu yazının amacı, Jöntürkleri kıyasıya eleştirdiği halde, Venizelos’a karşı Enver Paşa’nın itibarını ezdirmeyişiyle, İslamcılığın güzide ismi ve gür sesi Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’su sekteye uğrayacak olunca tek serveti yatağını yorganını satarak destek olmaya kalkmasıyla, İstanbul’un işgalinde İngilizlere karşı yeraltı yayıncılıkla kelle koltukta mücadele etmesiyle, Anglikan Kilisesi’nin işgal altındaki İslam âlimlerine yönelttiği sorulardaki küstahlığı ilk görüp tükürükle cevap vermesiyle, Ruslara karşı milis komutanı olarak savaşmasıyla, Halk Partisi diktatörlüğüne tavizsiz direnişiyle “İslamcı” olarak da anılmak üzere emek veren Said Nursî’yi, darbecilerin ezici gücüne aldırış etmeden Müslümanların hakkını savunan rahmetli Erbakan’ın ve bu çizgiden gelip milletin çoğunluğunun tercihi olarak var olan hareketin karşısına koymak; inananların namuslarını savunmasını, haklarına sahip çıkmasını “füruat ve içtihat” söylemleriyle sulandıran Gülen ikircikliğine yakın göstermek, darbeyi sahiplenen Demirel-severlerle birlikte anmak değildir.
Sonuçta, İslamcılık Müslüman dünyanın ve zihnin kolonileştirilmesine bir tepkidir ama Müslümanı sadece siyasal bir varlık olarak tanımlaması bakımından da bu tepkinin getirdiği zati zaaflarla malûldür. Said Nursi, insanı ve mümini sadece "siyasal" bir varlık olarak ele almaz; bütüncül olarak bakar. İçi dolu, yeni bir İslamcılığın temel taşlarını koyar