Türkiye Cumhuriyeti’nin, Osmanlı Devleti’nin devamı olup olmadığı konusu hep tartışıla gelmiş bir konudur. Bu nedenle devlet yönetimi biçimiyle Osmanlı Devleti hem de Türkiye Cumhuriyeti her zaman kriminalize edilmektedir. Yani daha çok dönemleri itibariyle ortaya çıkan saltanat, hanedan, halife, ümmet-millet anlayışı Osmanlı dönemini anlatırken cumhuriyet, meclis, ulus-devlet, laiklik gibi kavramlar da Türkiye Cumhuriyeti’ni bize anlatmaktadır. Aynı toprak üzerinde kurulmuş fakat siyasal rejim olarak birbirine tamamen zıt olan bu iki devleti ve devlet yapısını kıyas edebilmek mümkündür. Osmanlı’da kapsamlı bir batılılaşma çabası ilk olarak II. Mahmut döneminde görülmektedir. Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, I. Meşrutiyet ve II. Meşrutiyet’in ilan edilmesi de batılılaşma çabalarının diğer örnekleri olmuştur. Fakat tüm bu çabalarla birlikte Osmanlı’nın yıkılma döneminde olumlu bir katkı sunacak gelişme yaşanmamış, yalnızca Osmanlı’nın yıkılma süresi uzamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’nın bakiyesi olduğu konusunda pek çok görüş olsa da Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’dan radikal bir kopuşu temsil ettiğini söyleyebiliriz.

Bu kopuş, çok büyük bir devrimi de beraberinde getirmiştir. Çünkü cumhuriyetle birlikte kılık kıyafette batılılaşma görülmüş,  tevhid-i tedrisat kanunu çıkarılarak tek tip eğitime geçilmiş, Arap Alfabesi yerine Latin Alfabe kabul edilmiş, tekke ve zaviyeler kapatılmış, medreselerin yerine modern okullar kurulmuş, ölçü birimlerinde değişiklikler yapılmış, soyadı kanunu çıkarılmış, kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmış, kadın-erkek eşitliği sağlanmış, dini kuralların geçerli olduğu mahkemeler yerine modern hukuk kurallarının geçerli olduğu mahkemeler kurulmuş ve tüm bunlarla birlikte batıdan alınan pek çok uygulama da hayata geçirilmiştir. Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüşümde toprak, nüfus, rejim, hukuk ve kültür anlamında çeşitli değişimler yaşanmış ve yeni bir inşa sürecine girilmiştir.

Tüm bu değişimlerin aslında Tanzimat Fermanı ile birlikte Osmanlı’dan başlayarak geldiği, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının ve batılılaşmasının temellerini oluşturduğu da söylenebilir. Bu anlamda II. Mahmut’un batılılaşma çabalarını yabana atmamak gerekir. Çünkü laiklik kavramı ilk kez bu dönemde ortaya çıkmıştır. Yani aslında II. Mahmut döneminde laiklik uygulanmaya başlamıştır. Ayrıca Osmanlı’nın son dönemlerinde II. Abdülhamit tarafından Düyûn-ı Umumiye İdaresi kurulmuştur. Bu kurum, iflas etmekte olan Osmanlı’nın hem iç borçlanmasını hem de dış borçlanmasını kontrol altında tutmak ve borçlarını denetlemek amacıyla yabancı devletler tarafından kurulmuştur. Bu kurum, Osmanlı’nın borçlarını ödemesine yardımcı olmadığı gibi borçların yükünü daha da artırmıştır.

Lozan Antlaşması’yla birlikte borçlar her ne kadar pay edilse de büyük bir çoğunluğu yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’ne kalmıştır. Ancak borçların ödemesi ise 1954 yılında Demokrat Parti hükümeti döneminde tamamlanmış ve neredeyse bu süreç 100 yıl sürmüştür. Bunun yanı sıra Cumhurbaşkanlığı forsunda bulunan 16 Türk Devletleri’nden birisi de Osmanlı İmparatorluğu’dur. Yani Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti’nin devamı olarak kabul edilir ancak bu devamlılık aslında bizlere devlet geleneğini göstermektedir. Tüm bu fikirler, Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı Devleti’nin devamı olduğunu söyleyenlerin temel argümanlarındandır.

Feroz Ahmad, Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti ayrımına gitmiş ve bu konuyu ayrıntısına kadar ele almıştır. Ahmad, Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı Devleti’nin devamı olmadığını ve Osmanlı’dan radikal bir kopuşu temsil ettiği fikrini öne sürmektedir. O, bu konuyu açıklarken her ne kadar Osmanlı’nın son dönemlerine değinerek Jön Türklerle birlikte batılılaşma çabalarına olumlu anlamda yer verse de Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde kurulan yeni devletin Osmanlı’nın mirasçısı olmadığı fikrini savunmuştur. Hatta Feroz Ahmad, bu fikrini temellendirirken de monarşinin kaldırılması, hanedanın yasaklanması ve laik cumhuriyeti gerekçe göstermiştir.

Eğer ona göre bu reddediş olmasaydı, bu durumda hanedanlık fikri resmen devam edecekti ve yeni bir devletin kurulmasından da söz etmek mümkün olmayacaktı. Erik Jan Zürcher’e göre, hiçbir değişim Osmanlı’daki kadar açık ve radikal değildir. Hatta o, yeni kurulan devletin milli (milliyetçi), laik ve çok uluslu bir nitelikte olduğunu söylemektedir. Ayrıca Osmanlı’dan ayrılan hiçbir devletin savaş sonrası bu denli bir bağımsızlık kazanamadığına da değinen Zürcher, adeta Türkiye’nin küllerinden yeniden doğduğunu söylemiştir. Ona göre tüm bu kazanımlar çok büyük bir zafer anlamına gelmektedir. İslami devlet geleneğinin reddedilmesi, batılı ve modern yapıda bir devlet kurulması, sarık ve fes yerine batılı tarzda şapka takılması batılılaşma anlayışının temelini oluşturmaktadır.

Bernard Lewis, Osmanlı sonrası Türkiye’den bahsetmiş ve Osmanlı’nın nereden nereye geldiği konusuna ayrıntılı bir biçimde değinmiştir. Lewis, her ne kadar II. Mahmut ve özellikle Mısır’da görev yapan Mehmet Ali Paşa için batılılaşma anlamında olumlu adımlar attıklarından bahsetse de genel olarak Osmanlı’nın batılılaşma çabalarını yeterli görmemektedir. Sadece bu çabalar Osmanlı’nın yıkılış sürecini uzatmıştır. Ona göre, Osmanlı’da batılılaşma çabası daha çok fikri anlamda yaşanmıştır. Bu durum da yazarların ve edebiyatçıların eserlerine yansımıştır. Gayrimüslimlere yönelik eşit statü haklar tanınması toplumda hoş karşılanmasa da onlara daha birçok hakkın tanınmasının önüne geçilememiştir.

O dönemde basın ve yayın araçlarında gözle görülür bir biçimde Avrupai tarza yönelik fikirlere rastlanılmaktadır. Bu fikirlerle birlikte Osmanlı’nın çöküşünü durduracak tek çözümün eğitim ve hukuk ile sağlanacağı anlayışı ön plana çıkmıştır. Bunun yanı sıra ulaştırma ve haberleşmede de yenilikçi bir tarz benimsenmiştir. Ancak tüm bu çabalar da Osmanlı’nın yıkılışını durduramamıştır. Lewis’in görüşüne göre, Osmanlı dönemindeki tüm İslami esaslara dayalı devlet ve yaşam düzeninin reddedilerek yerine batılı, laik ve ulusçu anlayışın kabul edilmesi ve hatta ilk demokrasi denemesi Türkiye Cumhuriyeti’nin devamı olmadığını ve Osmanlı’dan radikal bir kopuşu bize gösterdiğinin kanıtı niteliğindedir.

Son olarak, Osmanlı’nın yıkılış sürecinde oldukça modern ve batılı gelişmeler meydana gelmiştir. Özellikle II. Mahmut döneminden cumhuriyetin kurulduğu güne kadar olumlu anlamda pek çok gelişme yaşanmıştır. Bu dönemden cumhuriyetin kurulduğu aşamaya kadar batılılaşma devamlı olmuş ve sürekli bir değişme meydana getirmiştir. Fakat kendini bulmaya çalışan Osmanlı, bir türlü gelenekçi yapısından tam anlamıyla kopamamış ve yeterli düzeyde batılılaşamamıştır. Dünya toplumlarının o dönem yaşadığı değişmeler ve gelişmeler neticesinde Osmanlı Devleti de bu durumdan etkilenmiştir. Bazı Osmanlı hükümdarlarının halktan kopuk olması, halkın taleplerini doğru okuyamaması ve devlet idarecilerinin tam olarak batılılaşamaması neticesinde devlet, yıkım sürecine girmiştir. İşte tüm bu durumlar ise Türkiye Cumhuriyeti’nin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.

Enes CÖMERT