Çağımızda Spor karşılaşmaları ile daha çok gündeme gelen, ancak hala ABD ve Fransa gibi ülkelerde siyahilere yönelik uygulamalarda kendisini gösteren ırkçılık, 21. Yüzyılın da tehlikeli bir unsuru olarak etkinliğini sürdüreceği anlaşılıyor. Ülkemizde ise daha çok siyasal ve ideolojik alanda hâkimiyetini sürdürmeye devam etmektedir.
Irkçılığın köklerini çok daha eskiye dayandıranlar olsa da, ırk üstünlüğüne dayalı ve şiddet içeren ırkçılığın 19. yüzyıl başlarından itibaren siyasallaştığı söylenebilir. Irkçılık ile birlikte ‘otoriteryenizm’ ve onun sonucu olarak ‘Faşizm’ 20. Yüzyılda siyasal rejimler olarak yerini aldı.
Bu dönemlerde Nazizm, Faşizm Sosyalizm gibi ideolojik temelli totaliter yönetimlerde “Faşist lider” olarak sembolleşen isimlerin başında Nazi Almanyası'nda Adolf Hitler (1889-1945), Faşist İtalya'da Benito Mussolini (1883-1945), Sosyalist Sovyetler Birliği’nde Vladimir Lenin (1870-1924) ve Joseph Stalin (1878-1953), Komünist Çin’de Mao Zedong (1893-1976) gelmektedir.
Coğrafyamız dâhil dünyanın birçok bölgesinde benzer liderler ve yönetimler olsa da katliamların boyutu ve dehşeti aynı oranlarda olmadığı için farklı biçimlerde tanımlanmaktadır.
Ülkemizde de aynı dönemlerde Müslüman unsurlardan Kürtlere ve Alevilere, Gayr-i Müslim unsurların ise tamamına yönelik katliam ve tehcirler yaşanmıştır.
Kanaatime göre son dönemlerde Irak ve Suriye başta olmak üzere yaşanan katliamlar dikkate alındığında, 20. Yüzyılın faşist diktatörlüklerinden ayrı tutmak mümkün olmayacaktır.
1.Dünya savaşından sonra Nazi Almanya’sında siyasal iktidarla ete kemiğe bürünen ırkçılık, yeryüzünün en büyük siyasi felaketi olarak tarihte yerini almıştır. Sistematik faşist uygulamaların bir yasal dayanağının olmadığı Almanya’da, bir diktatörün (Hitler) doğrudan talimatlarıyla veya Hitler’in çizdiği yolda durumdan vazife çıkaran yargıçlar eliyle gerçekleştiğini belirtmeliyim.
1939 tarihinde zihinsel ve bedensel engellilere yönelik uygulanan yasa dışı ‘ötenazi cinayetleri’ Hitler’in imzalayıp gönderdiği bir kâğıt pusula ile gerçekleştirilmiştir.
Irkçı Halk Mahkemesi’nin başyargıcı Roland Freisler’in Hitler’e yazdığı mektupta, “Führer’im; halk mahkemeleri bundan böyle bir karar verirken, o karara konu olan olayı siz değerlendiriyor olsaydınız, nasıl karar vereceğinize inanıyorsa, o yönde bir karar vermeye çalışacaktır” ifadesi, o dönemde Almanya’da yargının nasıl işlediğini göstermektedir.
Yahudi soykırım sürecine gelinmesinde yargıçların ve mahkemelerin büyük rol aldığı, bu mektuptan yeterince anlaşılmaktadır. Buna göre Almanya’da ırkçı faşist rejimin ikame edilmesi bir hukuk sistemi ile değil, Hitler’in iradesini emir telakki eden yargıçların verdiği hukuk dışı kararlar olmuştur.
Hitler, iktidara geldikten sonra sistemli ve planlı bir propaganda yöntemiyle Almanya için büyük bir şans olarak takdim edilmiş, sadece Almanya için değil “dünya lideri” olma özelliklerini taşıdığı iddia edilerek insanüstü özelliklere sahip “mutlak otorite” olarak kabul görmüştür.
1934 yılında Cumhurbaşkanı Paul von Hinderbug'un ölümünden sonra bütün yetkileri kendisinde toplamış Kanzler (Başbakan) yerine Der Führer (yöneten) olarak anılmaya başlanmıştır. Hitler de, Almanya için artık “büyük ülke!” vurgusu yapıyor, dini metaforlar da kullanarak dünyayı yönetme hakkının kendilerinde olduğunu sert sözlerle iddia ediyordu.
Almanlar için Hitler, yaşamını halkına adayan cesur ve vatanperver bir lider konumuna gelmişti. Her sözü “Tanrı tarafından onaylanmış” ve “göklerden gelen bir karar” gibi algılanıyordu. Karşı gelmek bir tarafa, eleştirmek dahi “ihanet” sayılıyordu. Adeta yeryüzünde “Tanrının bir gölgesi” olarak bulunuyordu.
Hitler, posterlerinde Almanca "Gott mituns/Tanrı bizimle" yazısıyla da "Tanrı'nın bir temsilcisi" formatında görüntü veriyordu. En kötüsü Almanlar da Hitler’e inanmıştı.
Hitleri örnek vermemin nedeni, “Hitler” olarak tanımlanmaktan hoşnut olmayan birçok Yahudi-Hristiyan ve Müslüman liderin Hitleri taklit etmekten çekinmemesidir. Özellikle propaganda araçlarını kullanmak açısından Hitler’in örnek alındığını söylemek abartı olmayacaktır.
Otoriter liderlere inanmak, hayranlık duymak bakımından da toplumlar arasında fazla bir fark görülmemektedir. Nazi Almanya’sında olduğu gibi Müslüman coğrafyasında da liderlere “Tanrısal bir otorite” verildiği algısı yaygındır.
Kuşkusuz toplumda oluşturulan bu algı basiretsizliğe, akıl tutulmasına yol açmakta, lidere mutlak itaati ülkesinin ve kendisinin yararına olacağı inancını pekiştirmektedir. “Lider yapıyorsa doğrudur!” anlayışının hâkim olmasıyla “tek adam” rejimi için uygun zemin oluşmuş demektir.
Bu sürecin tamamlanmasıyla Hitler için önemli bir engel kalmamıştı ve yol temizliği için vakit gelmişti. Parlamentonun işlevsiz bırakılması, Komünist Partisi milletvekillerinin ve üyelerinin tutuklanması, işlemedikleri eylemlerle suçlanmaları, muhalefetin sindirilmesi gibi planlı uygulamalar sonucu kaçınılmaz olarak siyasal rejim de faşizme dönüştü.
Yahudilere yönelik soykırım ancak bu sürecin tamamlanmasıyla gerçekleşebildi. Artık Adolf Hitler ve Nazi rejimi üstün ırk iddiasını siyasal ve yasal dayanaklarla uygulamaya koymaya başladı. İtiraz eden, karşı gelen, muhalefet yapan kimse kalmamıştı.
Bir benzerinin coğrafyamızda ve hiçbir ülkede artık yaşanmamasını dilediğim ancak insanlığın ve bizim de ders almamız gereken bu süreci en iyi özetleyen dönemin Alman din adamı (Rahip) Martin Niemöller’in şu ifadeleri olsa gerek:!
“Naziler önce komünistler için geldiler, bir şey demedim çünkü komünist değildim.
Sonra Yahudiler için geldiler ve bir şey demedim çünkü Yahudi değildim.
Sonra Sendikacılar için geldiler ve bir şey demedim çünkü sendikacı değildim.
Sonra Katolikler için geldiler ve bir şey demedim çünkü Katolik değildim.
Ve sonra benim için geldiklerinde ise çevremde benim için bir şeyler diyecek kimse kalmamıştı.”
Böylece sessiz kaldıkça bütün Almanya Irkçılık kuşatmasına alınmıştır. "susma sustukça sıra sana gelecek" uyarısı böyle bir tecrübe sonucudur.!
Irk, yani etnik aidiyet doğal bir kimliktir. Özel ve kamusal alanlarda yaşam alanı bulması hiç kimse için bir tehdit değildir. Ancak siyasete ve siyasal düzene dayanak yapılması durumunda büyük felaketlerle sonuçlanması kaçınılmazdır.
Ne yazık ki Müslüman dünyası da aynı ideolojik tehdit ve tehlikelerle karşı karşıyadır. Kanaatime göre dincilik ile beslenen emperyal ırkçılık yeryüzünün en tehlikeli ideolojisidir.
Bu bağlamda denilebilir ki Siyasal ırkçılık da, siyasal dincilikte faşizmdir.!
Abdulbaki Erdoğmuş