Ahmet KACIR





Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Erdoğan’ın, bir konuşmasında sarf ettiği; “yalanı leblebi çekirdek yer gibi yiyenler var” sözü dikkatimi çekti. Yalan; muhataplarını aldatmak için bildiği doğruların tersini söylemek ve bunu hareket ve davranışlarla ifade etmektir. İslam; yalan söylemeyi çok çirkin bir davranış olarak görmüş ve onu inkârcıların ve münafıkların özelliği olarak belirtmiştir.  NAHL 105: “Yalanı, yalnızca Allah’ın ayetlerine inanmayanlar uydurur. İşte onlar yalancıların ta kendileridir.” MÜNAFİKUN 1: “Münafıklar sana geldikleri zaman: ‘Biz gerçekten şahadet ederiz ki, sen kesin olarak Allah’ın elçisisin’ dediler. Allah da bilir ki sen elbette O’nun elçisisin. Allah, şüphesiz münafıkların yalan söylediklerine şahitlik eder.” Müslüman’ın en önemli özelliği, doğru ve hak söz söylemesi, yaşaması ve güvenilir bir kimse olmasıdır. Müslüman; “Faiz haramdır ve en büyük kötülük ve zulümdür” dedikten sonra, bu kötülükle mücadele eder. Yalan ile iman bir arada bağdaşmaz ve Müslüman asla yalan söylemez. Yalanı inkârcılar ve münafıklar söyler. Mesela ABD; uydurduğu yalanlar ile ülkeleri, kentleri, beldeleri yıkmış, milyonlarca insanı öldürmüştür. 





Bu girişten sonra şuna parmak basmak istiyorum , bu geçekler ortada iken kim veya kimler neden yalan söylemek ister.





Örneğin, bir hikayede ya da romanda anlatılan şeyde mutlaka bir gerçeklik payı vardı. Ya da olmalıydı. Çünkü dış dünyadaki insanlara inanmaktan beni alıkoyan tek şey romanlardaki gerçeğimsi ve benim inanmak istediğim ”o” insanların var olma çabasıydı. Fakat bir müddet sonra kurmacadaki yalanların aslında masumane yalanlar olduğu gerçeği ile yüzleştim.





John G. Fitzgerald’ın, kurmaca ile alakalı olarak, ”iyi bir yazar olmanın iyi yalan söyleyebilmekteki” maharet olduğunu anlatır nitelikteki ”Eğer yalan söylemeyi ve abartmayı beceremiyorsanız, kurmaca yazamazsınız. Yalan söylemeksizin olay örgüsü kurulamayacağını söyleyen kişinin Shakespeare olduğunu sanıyorum. Bu gerçek, eğer yalan söylemezlerse ve abartmazlarsa, açlıktan öleceklerini keşfeden, eskinin ortaçağ halk ozanlarına kadar uzanır. Bu yüzden, onların zamanında küçük bir kuzuyu öldüren vahşi bir hayvan, başka bir yerde on erkek, kadın ve çocuğu yiyen ejderha olarak anlatılır.” diye başlayan yazısıylala karşılaşmam, benim için bir dönüm noktasıydı.





Yalan söylemezlerse aç kalacak olan ortaçağ halk hikayecilerinden bahsediyordu Fitzgerald. Onlar çevresine toplaşan onlarca kişiye bir kuzuyu öldüren kurt’u değil de halkın istediği ve ilginç gelen ejderhaları anlatıyorlardı. Ama olayın temeline inersek eğer ”ölüm” korkusu tüm insanlarda vardı ve bu hikaye anlatıcıları okuyucuyu kendilerine çekebilmek için böyle ‘ölümlü’ ama ölümsüz ve abartılı hikayeleri anlatıp günlük yiyecek ya da içecek paralarını kazanmak zorundaydılar. Ve bu anlatılan hikayeler insanların günlük koşuşturmacalarında onlara bir soluk aldırıyor olabilirdi. Yani bu anlatılanların yalan olduğunu bilse bile bir ortaçağ vatandaşı, yine de dinlemek isterdi anlatıcıyı.





Olayın bir de siyasetçi boyutuna bakalım isterseniz. Kilisenin anahtarını vatandaşa satan din adamları ve bu din adamlarının vaftiz ettiği ‘muhteşem siyaset adamları’ boyutuna. Ortaçağ’da Avrupa’da Roma’nın yıkılmasından sonra merkezi bir siyasal güç kalmamıştır. Bu dönemde merkezi tek güç Kilise’dir. Kilise otoritesini doğrudan Tanrı’dan aldığını iddia etmiş ve Tanrı tarafından otoritenin Aziz Paul’e verildiğine inanılmıştır. Bütün iktidarın Tanrı’dan geldiği iddiası Kilise’nin bütün dünyevi güçleri kendisine bağlamasına yetmiş ve böylece teokratik devlet düzeni ortaya çıkmıştır. Ne kadar da tanıdık geliyor bu hikaye bana.





Allah’ın dünyadaki yansımaları olan liderlere sonsuz boyun eğilmelidir ne de olsa. Ve dine dayalı bir yönetim öngören siyasetçileri( illa dine dayalı bir yönetim diyerek söylemek istediğim şeyi kısıtlamak da istemem bu arada, milliyete ya da illüzyon olarak bizlere sunulan özgürlük vaadine de dayalı olabilir), edebiyatçılardan ayıran şey tam olarak nedir? Bu sorunun cevabı bizlere herşeyi açık olarak sunacaktır.





Burada yazılan sınıflandırmalar tamamen benim kendi görüşümdür, objektif değildir ve olması da beklenemez.





İbretlik bir benzetme sunmak isterim konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Edebiyaçı ve Siyasetçi benzetmesi:





Edebiyatçı ölmeyi ister ama ölemez; siyasetçi ise ölmemeyi ister ama ölür.





Edebiyatçı güçlüdür; siyasetçi ise güçlü görünmeye çalışan bir korkak.





Siyasetçi gündeliktir; edebiyatçı ise asırlık.





Edebiyatçının vicdanı vardır; siyasetçinin ise ”vicdan edebiyatı”.





Edebiyatçı insan hayatına önem verir; siyasetçi ise ”insan hayatını” kullanır.





Edebiyatçının görevi yoktur; ama siyasetçinin üzerine vazife edindiği görevleri vardır.





Siyasetçi güzel bir paket içindeki yüzde 5 oranında süt kullanılarak yapılan sütlü dondurmadır; siyasetçi ise dondurma kabından çıkan yaprak sarması.





Edebiyatçı samimidir; siyasetçi ise ”samimi olduğunu ispatlamaya çalışan” bir yapmacık.





Edebiyatçı geleceği inkar ederek ‘an’ı yaşatır; siyasetçi ise geleceği vaadeder bu arada an’ı da mahveder.





Edebiyatçı doğaçlama oynar; siyasetçi ise profesyonel oyuncudur.





Siyasetçi alkışlanmak ister; edebiyatçı ise ”alkışlayan insanların olmadığı” bir dünya.





Edebiyatçı fakir ama gururludur; siyasetçi ise zengin ve bir o kadar görgüsüz.





Edebiyatçı günlük kıyafettir; siyasetçi ise takım elbise.





Edebiyatçı ipe un serer; siyasetçi ise ipi de unu da satmak ister.





Edebiyatçı bakidir; siyasetçi fani.





Edebiyatçı korkulan gerçektir; siyasetçi ise mutluluk vaadeden yalanlar silsilesi…





Ve edebiyatçı unutturulmak istenir; siyasetçi ise hep hatırlanmak.





Edebiyatçı halktan gelir; siyasetçi ise halktan geldiğini her fırsatta söylemek mecburiyetinde hisseder kendini.





Şimdi söyler misiniz bana kim ‘gerçek’ yalancı?





Edebiyatçı mı yoksa siyasetçi mi ?





"Zehirli bir sahtekarlık kültürü yaratması nedeniyle yaygın yalan söyleme, kaçınılmaz olarak devlet ve topluma vahim zararlar verecektir. Bu nedenle, liderler ve vatandaşlarının ülkelerinde gerçekleşen yalan miktarını minimize etmeye çalışmaları ziyadesiyle büyük anlam ifade eder.





Ahmet KACIR





meridyenhaber.com