DİN, ŞERİAT VE FIKIH BAĞLAMINDA FİKRİN DİNSELLEŞTİRİLME TEHLİKESİ (1)

Usul âlimlerimiz, “Usul olmadan vusul olmaz” demişlerdir. Geçmişten günümüze din adına karşılaştığımız en büyük tefrika sebebi, “fikrin dinselleştirilmesi” de bu usulsüzlükten kaynaklanmaktadır. Din, şeriat, fıkıh gibi terimlerin bilinmemesi veya çoğu kez karıştırılması ümmetin parçalanmasının ve birbirinden uzaklaşmasının en önemli gerekçesi olmaktadır.

Ebu Hanife ve Gazzali gibi usulcülere göre genel olarak din, “hiçbir peygamberde değişmeyen temel inanç ve ahlak ilkeleri” şeklinde tarif edilmiştir. (1) “Hiç şüphesiz din, Allah katında İslam'dır” (2) ayetinin bu anlamda olduğu söylenmiştir. Öyleyse din, tevhit, ahiret, doğruluk, adalet gibi Allah’tan gelen ve hiçbir peygamberde değişmeyen inanç ve ahlak ilkelerdir. “Kim İslam'dan başka bir din ararsa asla ondan kabul edilmez. O, ahirette de kayba uğrayanlardandır” (3) ayetinde “din” değişmeyen bu inanç ve ahlak ilkeleri anlamında kullanılmıştır.

Şeriat, daha çok muamelat ve gündelik yaşayışla ilgili konular olup Allah’tan vahiyle gelen ancak peygamberden peygambere değişebilen özelliğiyle dinden ayrılan ameli şeylerdir. İmam Şafiî de bir yerde şeriatı tek bir hüküm anlamında kullanmaktadır. (4) Namaz, oruç, hac vb.farzlar, şeriattendir. Peygamberler arasında bu tür ibadetlerin aslı sabit olmakla beraber bazı uygulamalarında farklılık bulunmaktadır. “Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç, size de yazıldı (farz kılındı). Umulur ki sakınırsınız” (5) ayeti bu gerçeğe dikkat çekmektedir.

“Gerek din gerek şeriat içerisindeki ilkelerin yaşanılan zaman ve zemin dikkate alınarak hayata geçirilmesine ise fıkıh denilir.” (6) Din ve şeriat Allah’tan gelirken, fıkıh/içtihat vahiy referanslı olmakla beraber beşeri bir faaliyettir. Fıkıh ilmindeki bu beşeri tasarruf, müçtehit imamları, kendi görüşlerini din olarak sunmaktan alıkoymuştur. Müçtehit imamlar, kendi usulleriyle ulaştıkları bir görüş için “Allah böyle emrediyor, İslam’ın görüşü budur; Kur’an’ın hükmü budur vb.” gibi bir ifade kullanmamış; bu benim görüşümdür” cümlesini nezaketle ifade etmişlerdir. Çünkü fıkhi meselelerin ekseriyeti içtihattır ve içtihat (üzerinde icma’ edilmediği müddetçe) zandır; kesin bilgi ifade etmez. (7) Gazzali’nin hocası Cüveyni’nin ifadesiyle “Fıkhın onda dokuzu rey, yani içtihattır.” Namaz, oruç vb. temel ibadetler ve içki, zina vb. temel yasaklar hariç tutulursa fıkıh alanında kesin olan bir şeyden söz etmek imkânsızdır. 

Her içtihadın bir zan olduğu ve fıkhın da çoğunun zandan olması, bizim asıl üzerinde durmak istediğimiz konudur. Geçmişten günümüze din, şeriat ve fıkıh arasındaki bu denge kurulamadığı/anlaşılamadığı için tefrikadan kurtulamıyoruz. Bir cemaat ya da bir grup kendi görüşünü -kendince bazı deliller ortaya koyarak- din gibi sunuyor. Ehil olmadığı halde içtihat ettiği görüşünü (kesin bir bilgiymiş gibi) din olarak telakki ediyor ve bu görüşe uymayanları dine uymamakla itham ediyor. Kendi zannıyla elde ettiği görüşünü dinselleştiriyor ve buna uymayanları tekfire varacak şekilde ötekileştiriyor. Kişisel bir görüşün ayet hadis gibi dini verilerle desteklendikten sonra dinselleştirilmesi, ümmeti parçalayan en önemli sebep ve çok tehlikeli bir sapmadır.

Geçmişte bu sakat anlayışın ilk temsilcileri haricilerdir. “Hakem olayı” gibi içtihada dayanan beşeri bir meseleyi din olarak gören bu cahil grup “Hüküm Allah’ındır”  ayetine dayanarak görüşlerini (içtihatlarını) dinselleştirdiler. Kendileri gibi düşünmeyen insanları tekfir edip Hz. Ali (r.a) gibi nice Müslümanları katlettiler. Günümüzde de kendi görüşlerini din gibi gören bu harici zihniyet maalesef varlığını devam ettirmektedir. Türkiye de ve dünya da bazı tarikat, vakıf, dernek ve cemaatlerin böyle bir anlayışla yani fikirlerini din gibi savunduklarını hala müşahede etmekteyiz. Yakın zamanda Türkiye’deki bazı gruplar, kendilerinin fikir ve amellerini ve bazı olaylar karşısında gösterdikleri tepkiyi “yanlışa yanlış demek dinin gereğidir” gibi genel ifadelerle dinselleştirmişlerdir. Öyle ki -hangi yanlışlara yanlış denilmeli, hangi konularda eleştiri yapılmalıdır, eleştiri yapılırken nasıl bir üslup izlenilmeli vb- konularda kendileri gibi düşünmeyen nice âlimleri yok saydılar. Bazı fıkıh ehli âlimleri korkaklıkla itham ettiler. Kendileri dışındaki çoğu cemaatleri ötekileştirdiler. Kur’an ve sünnetin hangi yanlışlara, hangi şartlarda nasıl değindiği, nasıl bir üslup kullanıldığı konusunu derinlemesine incelemeden, bu konuyla ilgili geçmiş müçtehitlerin görüşlerine bakmadan ve en önemlisi bu konuda üzerine icma’nın olup olmadığını araştırmadan kendi görüşlerini dinselleştirdiler. Eğer iddia ettikleri gibi bir yol, dinin emri olsaydı, o zaman bu konu üzerinde geçmiş âlimlerin (istisnasız) ittifak etmesi gerekmez miydi? Üzerinde farklı fikirlerin ve şartlara göre değişik durumların olabileceği böylesi içtihadi bir konuyu dinselleştirmek, geçmişte ümmete ne kadar zarar verdiyse bugün de o kadar zarar vermeye devam etmektedir.

Sonuç olarak şu esasları kaydetmek isteriz:

1. Din adına konuşmadan önce geçmiş âlimlerin o konuda bir görüşü olup olmadığını araştırmak ilmi ahlakın gereği bir davranıştır. Belki üzerinde icma’ edilmiş bir meseleye muhalefet etmek ya da üzerinde ittifak edilmemiş bir meseleyi icma’ edilmiş gibi zannetme hatasından bizleri ancak bu yöntem koruyacaktır. 

2. Bir meselenin içtihadi bir mesele olup olmadığının tespiti, din adına konuşmanın en önemli şartıdır. Bu iş, ehline bırakılmalıdır.

3. İçtihat, dini anlamda kesin bir bilgi ifade etmediği için, içtihatla elde edilen fikrin zandan ibaret bir görüş (fıkıh) olduğu bilinmelidir. Kendi görüşlerimizi, -eğer üzerinde ittifak edilmemişse- din gibi görmenin gerçek bir taassup olduğu unutulmamalıdır.

4. Üzerinde icma’ edilmeyen hiçbir fikir ve eylem şeriat olmadığı gibi din olarak da isimlendirilemez. Dinde ve şeriatte üzerinde ittifak edilen meseleler genel çerçevede bellidir.

5. Kendi fikrimizi, kendimizce delillerle ispatlamak, psikolojik ve sosyolojik bir savunma mekanizması olup büyük aldanma sebebi olabilir. Bu savunma mekanizması, o fikri, “din” kılmadığı gibi, belki dinden uzaklaştıracak bir yola sevk edebilir.

6. Bir fikrin ve amelin, “dini” olmasının ölçütü, üzerinde icma’ edilmesidir. Yani ümmetin âlimlerinin o konuda farklı düşüncelerinin olmamasıdır.

7. Fikri veya ameli bir konu hakkında farklı fikirler bulunuyorsa, o mesele “din” olarak görülemez. Ancak içtihat eseri olarak kabul da edilebilir ret de edilebilir. O görüşün kabul edilmesi, o fikri “din” haline getirmez. Mezhepler bu anlamda din değildir.

8. Kendi görüşlerini kendince delillerle ispat ederek “dinselleştirmeye çalışmak” haricî zihniyetinin yansımasıdır. Bu zihniyet, geçmişte olduğu gibi bugün içinde en tehlikeli ve sonu kanların ve canların heder edilmesine kadar giden en büyük tefrika sebebidir.

9. İçtihadi konularda kendi görüşümüzü savunmak en doğal hakkımızdır. “Bu bizim doğru olduğunu düşündüğümüz görüşümüzdür; ancak diğerleri de doğru olabilir” demek ve böylece başka görüşlere hoşgörülü davranmak vahdete giden yolun ilk adımıdır.

10. Farklı mezhep mensuplarının bilinçli fertlerinin birbirlerinin tercihlerine saygı duymaları üzerinde iyice düşünülmelidir. Niçin farklı mezhepler birbirlerinin içtihatlarını hoş karşılarlar? Bugün, Hanefi mezhebine mensup biri neden Şafi mezhebine mensubu kişiyi hoş görmektedir? Bu saygı ve hoşgörünün, usule bağlı bir bilgiden kaynaklandığı unutulmamalıdır. Ümmetin fertlerinin bugün ihtilaf ettikleri konularda da usule bağlı bu saygıyı ve hoşgörüyü elde etmeleri duasıyla…

“Ve onların kalplerini uzlaştırdı. Sen, yeryüzündekilerin tümünü harcasaydın bile, onların kalplerini uzlaştıramazdın. Ama Allah, aralarını bulup onları uzlaştırdı. Çünkü O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (9)

Kaynakça

1. H. Apaydın Yunus, Din ve Fıkıh Yazıları, 39-40.

2. Ali İmran, 3/19.

3. Ali İmran, 3/85.

4. Şafiî, el-Umm, V/176.

5. Bakara, 2/183.

6. H. Apaydın Yunus, Din ve Fıkıh Yazıları, 40; Karaman, Hayrettin, “Fıkıh”, TDA, TDV, XIII, 1.

7. Gazzâlî, el-Mustasfâ, Terc: Yunus Apaydın, II, 320.

8. Yusuf, 12/40.

9. Enfal, 8/63.