Ders için Bursa’dayım. Sabah dersini bitirdim. Akşam dersini beklemek için müdavimi olduğum kafenin yolunu tuttum. Tarihi dokunun yamacında güzel bir kafe. Ders aralarında, boş zamanlarımda dinlenmek ve kendimi dinlemek için gittiğim, yazılarımı yazdığım okumalarımı yaptığım, kahvem ile baş başa kalıp düşünsel olarak demlendiğim bir yer. Düşünceler tarihinde tavaf etmeyi bırakıp düşüncelere daldığım yer. Issız bir köşeye oturup ruhumu inzivaya çektiğim ve dahi düşüncelerimin bir cüzzam gibi ruhumu kemirdiği yer.
Kahvemi alıp kuytu bir köşeye çekildim. Günlerden pazartesi. Hava güzel. Zaman güzel. Mekân güzel. Kafam güzel. Düşünmek, tefekküre dalmak için bütün unsurlar mevcut kısacası. Bugün ne üzerine düşünelim. Bugün "Onur" kelimesi üzerine düşünelim. Nedir “Onur”? Onurlu olmak nasıl olur? Onurlu bir duruş nasıl sergilenir?
Onuru; saygıya değer bir insanın saygıyı hak etmesini sağlayan bir iç değer veya saygınlığın dayanağı olan yüce duygu olarak tarif edebiliriz. Onur; kalbini güzelleştirememiş, vicdanının sesine kulaklarını kapamış, sadece maddeye değer veren, manaya kapalı insanların ömrü boyunca tadamayacağı muhteşem, tarifi namümkün bir duygu diye tahmin ediyorum. Onur; insanı zillet içinde tok olmaktansa şerefiyle aç kalmayı tercih ettiren bir iç değer.
Günümüzde, ön planda bulunan birçok zümrede onurlu bir duruş göremiyorum maalesef. Menfaat veya korkuya dayalı bir onursuzluk hâkim birçok insanda. Görevi gerçeği araştırıp ve kamuoyuyla paylaşmak olan gazeteciler, menfaatleri için siyasi iktidara yandaş olup, gerçeğin tam aksi istikamette beyan ve yorumlarda bulunabiliyor, hatta iftiralara varan ithamlar içerisine girebiliyor. Sanatçılar sanatını tarafsız bir şekilde icra etmek yerine, menfaatler için siyasal iktidara yanaşıp yandaş sanatçılığı seçebiliyor. İşi bilim olan bir akademisyen, bir makamı koparabilmek için, izzetini ayakları altına alıp, olmadık şaklabanlıklar içine girip bir sürü hukuksuzluklara imza atabiliyor. Bir televizyon programına katılan bir bilim insanı tarafsız bir şekilde analiz yapamıyor, anlamsız çıkarımlar içerisine giriyor. Onurun esamesi bile okunmayan davranışlar silsilesinin sonucunda; benim sanatçım, benim gazetecim, benim akademisyenim, benim polisim gibi zümreler ortaya çıkıyor.
Onursuz zümrelerin sergilediği tavırlardan cesaret bulan siyasal iktidar da bir sürü adaletsiz, hukuksuz eylemler içerisine girebiliyor. Ülkemizde her gün, bir batı ülkesinde olsa skandal olarak nitelenecek, ancak toplumumuz için sıradan olarak görülen bir sürü olay meydana geliyor. Bir politikacı halkın karşısına çıkıp gözünün içine baka baka yalan söyleyebiliyor. Birisi başka birini hedef gösterebiliyor. Bir Bakan, milletin parası ile alınan bir Mercedes için “o para çerez parası bile değil”, başka bir Bakan milletin kutsal saydığı bir değer için “bakara-makara” diye dalga geçebiliyor. Ülkenin iç işleri bakanı Türkiye’nin en büyük şehrinin seçilmiş belediye başkanına, seni pejmürde ederim diyebiliyor bir kabadayı gibi. Bir siyasi parti, işine gelmeyen muhalif gördüğü kim varsa terörist ilan edip, yargısız infazda bulunabiliyor. İktidar kendi düşüncesini paylaşmayan kim varsa, terör yaftası vurarak, bir gecede KHK’lar maharetiyle, ismini topluma afişe edip işinden edebiliyor, sivil ölüme terk edebiliyor.
Siyasal iktidarın pervasızca yaptığı haksızlık ve hukuksuzlukların en önemli sorumlusu, iktidara yakın onursuz yandaş zümre olduğunu düşünüyorum. Bu zümre bu kadar onursuz olmasaydı, iktidar bu kadar hukuksuzluğa imza atmaya cesaret edemezdi. Bu zümre bir haksızlık veya hukuksuzluk meydana geldiğinde onurlu bir duruş sergileyip; durun ne yapıyorsunuz? Bu yanlış, yapamazsınız diyebilseydi, haksızlık ve hukuksuzluk bu kadar derinleşmezdi.
Günümüz Türkiye’sinde olaylar; toplum, siyasal iktidar ve onursuz yandaş zümre olmak üzere üç unsur arasında cereyan ediyor. Siyasal iktidar hukuksuzluklara imza atarken, onursuz yandaş zümre alkışlıyor ve toplum da sessizce izliyor. Her yerinden hukuksuzluk akan ve her yeri suç mahalli olmuş bir ülkede yaşıyoruz sessizce. Bir sürü hukuksuzluk oluyor, bir sürü haksızlık yapılıyor. Adalet, liyakat, insan hakları, özgürlük gibi evrensel insani değerler her gün katlediliyor. Peki, bu cinayetler işlenirken toplum neden sessiz? Neden birbirini anlamaya çalışmıyor? Şükrü Erbaş’ın dediği gibi susmaktan yontulmuş kara kuru birer heykel olmuş herkes. Konuşmanın meşakkatini çekmektense susmanın vebalini almayı tercih ediyor ve geleceğini bu vebale yüklüyor herkes. Ve sustukça, haksızlığın ve zulmün artacağını, sessizliğin zulmedene cesaret vereceğini, dönüşü olmayan bir yoldan aşağı doğru yuvarlanacağını anlamıyor kimse.
Bir haksızlık olduğunda, haksızlığa uğrayanın kim olduğuna bakmadan, amasız ve fakatsız bir tepki neden veremiyoruz? Onurlu bir çıkış neden gösteremiyoruz? Zulme karşı onurlu bir duruşumuz neden yok? Yeni Zelenda’da cami saldırısında, toplum caminin etrafında etten duvar örüp yanınızdayız mesajı verdiği gibi biz, bizden olmayanın hakkını neden korumaya yanaşmıyoruz.
Bir toplumu onurlu bir duruş sergilemeden alıkoyan birçok etken olabilir. Bunlardan en önemlisi de “korku” faktörü diye düşünüyorum. Siyasal iktidarlar tarafından baskılanan toplum maalesef onurlu bir duruş gösterme konusunda çekimser kalıyor. Ece Temelkuran OT dergisindeki yazısında bu durumu çok güzel özetlemiş. Temelkuran diyor ki: “…otoriter rejimler sadece siyasal baskı yaratmıyor, aynı zamanda insanları onursuzlaştırıyor. Korkuya yenik düşüp onursuzluğa meyledenler çoğaldıkça onurlu kalmaya çalışanlar yalnızlaşıyor.” Maalesef ki günümüz Türkiye’sinin durumu bundan ibaret. Bir tarafta korku damarıyla sessiz kalmayı tercih edenler, bir tarafta toplum üzerinde hegemonyasını kurmaya çalışan otoriter iktidar, bir tarafta iktidarın her dediğini alkışlayan onursuz yandaşlar ve bir tarafta onurlu olmaya çalışan yalnızlar.
Toplum olarak bir haksızlık meydana geldiğinde amasız ve fakatsız bir şekilde haksızlığa karşı durmayı öğrenmemiz gerekiyor. Haksızlığı kim yaparsa yapsın karşısında durmayı ve haksızlığa uğrayanın da kimliğine bakmadan yanında yer almayı öğrenmemiz gerekiyor. Eğer haksızlık karşısında durmayı öğrenemezsek biz ve geleceğimiz olan çocuklarımız acılar çekmeye, haksızlığa uğramaya devam edecek.
Eğer haksızlıklara tepki verme erdemini kazanamazsak. Bundan yirmi yıl sonra, yaşanan her şey tekrar yaşanacak. Yine yalan söyleyen ve yolsuzluk yapan politikacılar olacak. Bir yerden referans bulmadan işe girmek mümkün olmayacak. KHK’lar ile insanlar haksız bir şekilde işlerinden atılacak. Seçilmiş belediyelere hukuksuz bir şekilde kayyım atanacak. Cumartesi anneleri, Diyarbakır anneleri gözü yaşlı evlatlarını arayacak. Cadı avı yapılacak. Torpille insanlar işe yerleştirilecek. Bir kesim terörist ilan edilecek. Hayatının baharında bir genç polis copları arasında canını teslim edecek.
Ümitsiz miyim? Kesinlikle hayır. Sadece iyilerin de kötüler kadar çalışması gerekiyor. İyilerin de kötüler kadar cesur ve pervasız olması gerekiyor. Cenab-ı Allah’ın kara listesinde olmaktansa siyasal iktidarın kara listesinde olmayı tercih etmesi gerekiyor. Böyle davranmak, iyilerin insanlığa karşı bir sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın anlayışını terk etmiş bireylerin çoğalması gerekiyor. Yazımı Levent Gültekin’in “Onurlu Çıkış” isimli kitabındaki ifadeleri ile bitiriyorum. Kangrene dönüşmüş meselelerimizi çözmek, ülkemizi yaşanabilir kılmak için, hepimizin yani mahallesine hapsolmuş herkesin onurlu bir çıkışa ihtiyacı var. Bu ülkede ağız tadıyla, huzur ve güven içinde, alnımızın teriyle, bileğimizin hakkıyla, yüzümüzün akıyla yaşayabilmemizin tek yolu bu…
Doç. Dr. Ahmet GÖKGÖZ