Milliyetçilik, dincilik gibi hamasete dayanan hastalıklı anlayışların hâkim olduğu bir coğrafyada yaşıyoruz. Geri kalmışlığımızı, cehaletimizi, ilkelliğimizi bu iddialarla örtüyor, kendimizi aldatarak mutlu olmaya çalışıyoruz. Şarlatan din adamlarının, riyakâr dinbazların, cambaz politikacıların gıdası da malzemesi de yine bu iddialardır. Bu iddialarla iktidarlar değişiyor, sistemler yıkılıyor, siyasal düzenler kuruluyor, cemaatleşmeler, partileşme ve örgütlenmeler, çatışmalar ve savaşlar bunlar üzerinden ancak anlam kazanıyor.!
Ezan, bayrak, vatan, millet, ecdat, şehitlik edebiyatıyla karşı konulmaz bir coşku ve heyecan oluşurken, akıl, bilgi, ilim, ahlak, adalet, irfan, hikmet, sanat, medeniyet, eşitlik, barış gibi çağın ve insanın ruhuna uygun düşen söylemlerin bir karşılığı ve toplumsal kabulü yok denecek kadar azdır. Elbette bu sorun yalnız günümüzün değil asırların mirasıdır. Ne yazık ki geçmişten ders çıkarmadığımız için tarih bizim için hep tekerrür ediyor.
Referansları din adamları ve ecdat olan bir “şiddet kültürü” ile yoğrulmuş durumdayız. Esas itibariyle milliyetçiliği ve dinciliği besleyen de bu şiddet kültürüdür. Gandhi’ye göre şiddetin temellerini “çalışmadan elde edilen zenginlik, ahlaktan yoksun ticaret, insanlıktan yoksun bilim, özveriden yoksun tapınma, ilkeden yoksun politika...” oluşturur. Tam da bizim toplumsal yapımızı tarif ediyor, değil mi?
Yakın tarihimizde ve özellikle şu günlerde Suriye’de yaşananlar şiddet ve savaş eğilimini, inanç ve ideolojiyi, din ve politikayı nasıl şekillendirdiği açıkça gözlemlenmektedir. Şehit düşen insanların gereksiz ölümleri, yürek yakan acıları, hayat hikâyeleri, yoksullukları, geride bıraktıkları gözü yaşlı yakınları nasıl da dini ve milli hamasetle istismar edildiğini gördük ve yaşadık. Bu bağlamda sormak istiyorum: Milliyetçilik, ümmetçilik, dincilik, çığırtkanlık, şarlatanlık yapan bir zihniyetin tarihten ders aldığını söyleyebilir miyiz? İktidarlar uğruna savaşmak insanlık için neden anlamlı ve değerli olsun?
Kuşkusuz gerektiğinde savaşın da anlamı ve değeri vardır. İşgal, zülüm ve saldırılara karşı savaşmak bir tercih değil, bir zorunluluktur. Bu tür savaşları mazlumların, mahrumların, halkların “kurtuluş ve özgürlük savaşları” olarak da tanımlayabiliriz. Kutsiyeti olduğu için de bu uğurda ölenlere ‘şehit’ denilmektedir. Oysa işgal ve saldırıda bulunmak bir tercihtir, egemenlerin, hükümranların, zorbaların, silah üreticilerinin, doyumsuzların savaşıdır, gerekçesi ne olursa olsun bir kutsallığı yoktur, uğruna ölmek de gerekçelerine göre değerlendirilir.
Emperyal amaçlı savaşların, bazı devletlerin, ulusların, yönetimlerin veya toplumların çıkarlarına olduğu doğrudur ancak hiç biri insanlığın yararına olmamıştır. Çünkü her savaş yıkım, kan, acı, ölüm, göç, dram ve trajedi demektir. Adalet, ahlak, vicdan ve merhamet bağlamında bu tür savaşların meşruiyeti savunulamaz.
Suriye bağlamında bugün yaşananlar hiç de farklı değildir. Türkiye’nin “ülke bütünlüğü” konusundaki endişe ve korkuları anlaşılır bir durumdur. Türkiye dâhil birçok ülke aynı kaygıları taşımaktadır. Bu nedenle de “güvenli sınır” oluşturma arayışlarını doğal ve meşru olarak görmek gerekir. Ancak bu haklı arayışını komşu ülkelerin topraklarına yerleşerek, hatta girdiği bölgenin demografik yapısını değiştirerek gerçekleştirmeye çalışması anlaşılır bir durum değildir.
Bu amaçla Suriye’ye yapılan askerî operasyonların uluslararası toplumda meşru kabul edilmesi ve desteklenmesinin söz konusu dahi olamayacağını bilmek için diplomat olmak gerekmiyor. NATO ve AB gibi müttefiklerden Türkiye’ye destek gelmediği gibi, Pakistan dışında hiçbir Müslüman ülke de destek vermemektedir. Tersine, tepki vermişlerdir. Peki, verilmeyen destekler için hangi ülke haklı olarak suçlanabilir? Bu nedenden dolayı nasıl olur da bütün dünyanın bize düşman olduğunu düşünebiliriz? Bu durumda dönüp kendimize bakmamız gerekmez mi? Hangi gerekçelerle Suriye’ye savaş açmış durumdayız?
Suriye’ye operasyon öncesi alınan şu kararın üzerinde azıcık insaf ve vicdanla düşünerek cevap verilmesinin daha doğru olacağı kanaatindeyim:
‘’Karar Sayısı: 1616 Gaziantep Üniversitesi Rektörlüğü'ne bağlı olarak Suriye'de iktisadi ve Idari Bilimler Fakültesi (EI-Bab), islami ilimler Fakültesi (Azez) ve Egitim Fakültesi (Afrin) kurulmasına, 2809 sayılı Yükseköğretim Kurumlan Teşkilatı Kanununun ek 30 uncu ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun ek 39 uncu maddeleri gereğince karar verilmiştir.’’
Bu kararın ne anlama geldiğini izah etmeme gerek var mı? Yerinden, yurdundan ayrılmak zorunda kalan 2 milyon Arap göçmenin tekrar yurduna dönmesini sağlamak yerine başkalarının topraklarına kalıcı olarak iskân etmeye çalışmanın, ‘’Afrin’e vali atamanın” hukuki, ahlaki, insani hangi mantıklı gerekçesi vardır? Türkiye’yi, komşuları için bu denli tehlikeli ve tehdit unsuru haline getirmenin bir izahı var mıdır? Komşuları için güvenilir olmayan bir ülke, sınırlarını güvende tutabilir mi? Güvenilir sınırlar tehdit, güç gösterisi, kibir ve üstünlük, saldırı ve savaşla değil, barış, karşılıklı güven, serbest geçişler ve ticaretle korunur.
“Terörizm ile mücadele!” iddiasıyla Suriye’ye yerleştikten sonra, terör unsurlarının himaye edilerek, her türlü yardım sağlanarak rejime karşı desteklenmesini nasıl izah edeceğiz? “Esed’e düşmanlık, Putin’e dostluk!” siyasetinin mimarını, mucidini gerçekten merak ediyorum. Böyle bir siyasi deha! kimin ürünü? Çağımızın bu siyaset mühendislerini, diplomasi uzmanlarını, ümmetin kahramanlarını, Çılgın Türkleri tanımak, bu zevat-ı muhteremi bilmek bizim de hakkımız değil mi?
Suriye’yi müttefiksiz, sahipsiz, sıradan bir ülke mi sandınız? Türkiye, ABD için ne ise, Suriye’nin de Rusya için aynı önemde olduğunu öğrenmek için daha ne kadar iktidarda kalmanız gerekirdi? Gerçi, NATO ve Avrupa’nın Türkiye için neler ifade ettiğini bilmeyenlerin, Suriye için Rusya ve İran’ın nasıl bir müttefik olduğunu bilmeleri zaten mümkün değildir. Öyle bir iktidar ve yönetim zihniyeti düşününüz ki, 20 yıldır hakkında doğru bilgi sahibi olmadıkları bir coğrafyada, tarihi önemini kavramadıkları kadim bir bölgede, en önemlisi de stratejik boyutunu hiç tanımadıkları bir ülkeyi kör, sağır ve dilsizlerle yönetmeye devam ediyorlar! Bu durum ülkemiz için bir kabus değil de nedir?
Açıkça ifade etmeliyim ki, iktidarlar, zenginler ve egemenler için SAVAŞ istemiyoruz, halklar, ülkemiz ve insanlık için BARIŞ istiyoruz. “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesinin gereğini yapacak yeni bir siyasal anlayışa olan ihtiyacımız çok açıktır. Artık değişim zamanı!
Cicero’nun şu sözünü çok anlamlı buluyorum: “Kötü bir barış her zaman haklı bir savaştan iyidir..” Gerçekten Sulh’da hayır vardır.!
Abdulbaki Erdoğmuş