SESSİZ HARFLERİN SESİ
Kolunu çarptığı kapıdan, ayağının takıldığı sehpadan, elinden düşürüp kırdığı bardaktan özür dileyen bir kadınla dertleşiyoruz bu gece. Balkondaki saksıda büyümemekte ısrarlı çam fidanına iltifat etmeden geçmeyen, masadaki çiçeklere hal hatır sormayı ihmal etmeyen, akvaryumdaki balıklarla dakikalarca konuşabilen, gün boyu ayrılmadığı Çaykovski’ye “iyi geceler” dilemeden uyumaya gitmeyen bir kadın. (Çaykovski; çay makinesine verdiği isim)
Dedi ki kadın: “Özür dilemenin daha büyük özür olacağı; duaların, tesellilerin ve iyi temennilerin hakaret sayılacağı noktadayım. Bütün varlığımın, bütün hücreleriyle utanç duymaktayım…” Sessizce devam etti kadın sözlerine. Dedi ki: “Refah bombalanıyor bu gece. Ve maalesef kağıda, kaleme, duaya sarılmaktan başka bir şey elimden gelmediğinden; daha sıkı sarılıyorum duaya, kağıda ve kaleme… Refah; Gazze’de kalan tek yaşam alanı. Sağ kalabilenlerin nefes alabildiği son sığınağı. Dünyanın en aşağılık mahlukları siyonistler, Refah’ı bombalıyor bu gece. Ve hiçbir şey yapamıyorum; çaresizce kalakalıyorum, hiçbir şey yapamamışlığımın çaresizliğiyle. Bir Müslüman olarak utanıyorum. Bir insan olarak utanıyorum. Bir kadın olarak utanıyorum. Bir anne, bir eş, bir evlat, bir kardeş olarak utanıyorum. Ne kadar sıfatım varsa, hepsi adına ayrı ayrı utanç duyuyorum...”
Solgun bir soluk çekti kadın içine. Ardından sürdürdü sözlerini, derin ve gergin bir sükut içinde. “İslam alemi nasıl da sahipsizmiş meğer. Bilemiyorum, Allah’tan başka kimsemiz olmadığına böyle net tanıklık etmiş miydi hiç tarihler? Siyonist, siyonistliğinin gereğini yapıyor da, yeryüzünde adaleti temin etmekle vazifeli müminler neredeler? Bu kadar mı içimize işledi dünya sevgisi? Bu kadar mı korkar olduk ölümden? Bu kadar mı yitirdik kimliğimizi? Bu kadar mı uzaklaştık yaratılış gayemizden? Siyonist, batıl inançları uğruna çatışıyor da, nerede Hakk’ı temsil edenler? Gazze’de kıyamet koparken, pek kıymetli Müslüman liderler neyle meşguller? Bunca ölüm ve zulüm karşısında harekete geçmeyeceklerse; övündükleri orduları, silahları neye yarar? Onlar, katliam gibi ufak detaylarla uğraşamazlar değil mi? Onların, iktidarlarını korumak gibi çok mühim meseleleri var… Şahsım adına yaşadığım utançtan ziyade, Müslüman halkların liderleri adına utanıyorum. Allah’tan ar etmedikleri ve liderliklerinden sıkılmadıkları gibi; babalıklarından, dedeliklerinden, abiliklerinden, aile reisliklerinden, yaş ve makamca büyüklüklerinden utanmayan yöneticilerin yerine de bu mahcubiyeti taşıyorum. Utanmayı geçtim, utanç olması gerekenler için de kıpkırmızı kesiliyor suratım. Refah bombalanırken, saraylarındaki ferah hayatlarından taviz vermeyen devlet idarecilerinin utanmazlığından utanıyorum. Utançtan başka bir şey hissetmemeleri icap ederken, utançtan başka her şeyi hissedenlerin yerine utanmaktan ibaret duygularım… israilin soykırımını durdurmak için batıya çağrı yapan, Papa’dan çözüm umarak “Sevgili Papa Hazretleri” hitabıyla başlayan bir mektup yazan, 429 Gazzeli hasta ve yaralının ülkemizde tedavi edilmesiyle gururlanan, Gazze sınavını en başarılı veren ülkelerden birinin Türkiye olduğunu savunan yöneticilerimiz varken, nasıl hicap duymayayım?.. Hangi özür; özgür kılar hayatı Filistinli çocuklara? Hangi dua; şua olur Gazzeli annelerin karanlığına? Hangi temenni; ninni doldurur, bomba seslerine aşina bebeklerin kulaklarına? Hangi utanç; kazanç sağlar, ailesine ekmek götüremeyen Refah’taki babalara?..
Kadın biraz durakladı. Yüzünde kızgın bir yangın vardı. Kendisinden ayırmayacak hatta kendisi sayacak kadar benimsediği kişilere, tıpkı kendisine olduğu gibi sert tepki vermek dışında, kimseyi kırmamak için gayret gösteren bir kadındı. Kalbinin en kıymetlilerine zarar verildiğinde kaplan kesilse de; normal şartlarda sesi başının hizasından yukarı çıkmazdı. Damarına çok uzun süre ve dayanılmaz şiddetle basılırsa, içinden bir canavar çıkabilse de; çabuk sakinleşir, çabuk unuturdu. Kin tutmayı bilmezdi, küslükle barışık değildi… Dedi ki kadın; “Röfle değil, öfke rengi saçlarımın her teli. Sürtündükçe saçlar birbirine, ateş çıkıyor başımın üstünde; atıyor tepemin tası, sürahisi…”
Kadın devam ettirdi sözlerini. “İslam İş Birliği Teşkilatı, Refah’taki saldırıları da kınamış. 40 bin şehidin bedelini, bir kınama bildirgesine sığdırmış. Ey İslam İş Birliği Teşkilatı! Bırakın Gazze güzellemelerini. Yas gevşetici olarak kullandığınız kınamalarınız; siyonistlerden çok size yöneltiyor artık, bütün kaslarıma yayılan öfke ateşini. Bir yandan israille normalleşeceksiniz, bir yandan “Kudüs kırmızı çizgimizdir” diyeceksiniz. Kimi kandırıyorsunuz? Kudüs’ün edebiyatı yapılmaz. Telin ederek Kudüs de, Gazze de kurtarılmaz. Ey İslam ülkelerinin yöneticileri! Hep birlikte gönderin ordularınızı, görelim samimiyetinizi…”
Avazı çıktığı kadar sustu kadın birdenbire. Sonra yeniden anlatmaya başladı, ihtişamlı bir suskunluk yükleyerek harfsiz kelimelerine. Dedi ki: “Mısır, mezarcılığa soyunmuş. Refah sınırına kazdığı binlerce kabristanla, İslam aleminin ölü gömücüsü olma vazifesine koyulmuş. Sisi lütfetmiş; Refah’a askeri operasyonun sonrasında, Gazzelilerin yaşaması için mülteci kampı da oluşturacakmış. Refah sınır kapısını tamamen kapatarak yardım ve mülteci geçişini engellemesi yetmezmiş gibi, Gazze’den Mısır tarafına geçen genç bir Filistinli, Sisi rejimi kuvvetlerince dövülüp göz altına alınmış… Sözde Filistin’i yönetirken, özde israil tarafından yönlendirilen Mahmud Abbas: “israilin güvenliğini tamamlama hakkı vardır ve bu bizim görevimizdir.” diyor. Recep Tayyip Erdoğan ise seneler öncesinde, israil devletinin yaşama hakkını kimsenin tehdit etmesine Türkiye’nin razı olmayacağını söylüyor. Gazze zirvesinde, israile yaptırımlar yapılması önerisine; BAE, Suudi Arabistan, Fas ve Bahreyn hayır oyu kullanıyor. israil soykırımına hiç değilse, yaptırımlarla cevap vermemek, siyonist tasarımlara cevaz vermektir. ‘İmanları tahrif olmuş Müslüman”; bunca siyonist tahrip ve tahrik karşısında harekete geçmeyenler ve onları taltif edenler için yapılacak en iyi tariftir...”
Saate dikti gözlerini kadın. Akrep ve yelkovanın her yürüyüşünde, zulmün miadını dolduracak bir milat bekler gibiydi. Yüzyıllar öncesine gidip bugüne ait bir iz bulmuşçasına, bıraktığı yerden devam ettirdi cümlelerini. “Ürdün Krahiçesi, siyonistlerle empati kuruyor. Hayır, yanlış sözcük kullanımı değil. Yaklaşık 15 bini çocuk olmak üzere, 40 bin Gazzeli şehidi umursamayan bir zihniyetin sahibi kraliçe olamaz; krahiçe olabilir ancak. Krahiçe Rania: ‘Yahudilik barış dinidir. 7 Ekimde yaşananlar, israil halkı için travmatikti. Kendimi çocuğu alınan israilli annenin yerine koyuyorum. Rehinelerin mümkün olduğu kadar çabuk evlerine dönmeleri gerekiyor.’ ifadelerini kapsayan bir demeç veriyor. İran, israile saldırıda bulunduğunda, israilin vurulmasını engellemek için müdahale ettiklerini de Ürdün doğruluyor. Fransa Cumhurbaşkanı; Ürdün’ün talebiyle, bu ülkenin hava sahasına giren İran SIHA’larını ve füzelerini vurduklarını açıklıyor. Suudi Arabistan da, İran’a karşı israile açık destek veriyor. Bu yetmiyormuş gibi, aynı Suudi Arabistan; israil-Hamas savaşı ile ilgili paylaşım yapanları tutuklama kararı alıyor. İngiltere, Kıbrıs’taki üslerden kalkan kraliyet uçakları ile İran dronelarını engellediğini bildiriyor. Yine İran’dan israile atılan insansız hava araçları ve füzelerin tespitinde, Kürecik Radar Üssü’nün de büyük ihtimalle aktif şekilde kullanıldığı iddia ediliyor. İletişim Bakanlığımız: ‘Kürecik’teki radar sisteminden elde edilen bilgiler, NATO prosedürleri çerçevesinde sadece müttefiklerimizle paylaşılmaktadır.’ cevabını veriyor. ABD gibi NATO müttefiklerimizin, israilin sponsoru olduğu gerçeği ise görmezden geliniyor… Ne acayip şey! israile çatapat atmaya cesareti olmayanlar, İran’ın attığı droneları, SIHA’ları beğenmiyor. israille aylarca ticareti sürdürenlere ‘israilci’ diyemeyenler, hükümeti harekete geçmeye çağıranlara ‘İrancı’ diyor. İran ile Türkiye iş birliği, büyük israil projesi önündeki en önemli engellerden biri olacak. Bu sebeptendir ki; bilhassa mezhep farkı kaşınarak iki ülkenin arası açılmaya çalışılıyor. İslami camia içinde, İran nefreti oluşturma görevini de en başta Cübbeli Ahmet Bey üstleniyor. Bugün israille İran arasında savaş çıksa, halkımızın İran karşısında yer almayı destekleyecek duruma gelmesi için hizmette kusur tanınmıyor…”
Çok konuşması sebebiyle fazla sosyal görülse de; içinin dehlizlerinde inzivaya çekilmeyi seçen ve kendi halinde yaşayan bir kadındı. Zihninde depremler olsa da, yüreğini sel bassa da; kimseye hissettirmemeye özen gösterir ve etrafına neşe saçmayı en önemli vazife bilirdi. İç dünyasına göz atılmasını engelleyen yüksek duvarları vardı. Ruhu; adeta korunaklı ve sağlam bir kalede muhafaza altındaydı. Bütün acılarını, gülüşünün arkasına gizlediği kilitli kapıların ardında yaşardı. Her düştüğünde daha güçlü ayağa kalkan, her negatifte bir pozitiflik arayan, her darlıkta bir bolluk bulan, her kederde kaderin sunduğu başka bir mutluluğa tutunan kadının, tebessüm etmeye dahi mecali yoktu bu gece. Gözyaşlarını hep ters yöne akıtmayı başardığı halde, perdeleyemizdi şimdi ağlayışlarını, 40 kat gülümseyebilmeyi becerebilse de… Çehresini kuşatan derin bir hüzünle çevresine bakarak konuştu sessizce. Dedi ki kadın: “Yaraların kabuk bağlamadığını reddedebilmek adına, sargı bezlerinin kanadığına kendini inandıranlardanım ben. Gönlüme güneş doğmuyorsa da, karanlığını her sabah kördüğümlerle düğümleyen…”
Kadın: “Aylardır Gazze’de yaşananlar bir kabus olsa. Uyansak ve her şey son bulsa.” deyip, bir ah çekti. Bambaşka bir boyuttan seslenircesine, zihninden gönlüne düşürdü düşüncelerini. Aç kalan köpeğin, sokağa gömülen çocuk cesedini çıkarıp yemek için ağzında taşıdığı fotoğraf canlandı hafızasında. “Evdeki her şey bitti. Yiyeceğimiz, içeceğimiz yok. Kendimizi ramazanda gibi hissediyoruz. Biz yine de hamt ediyoruz. Elhamdülillah; kitaplarımızı alabildik, okuyup öğreniyoruz. Tek temennim, evlerimize dönmemiz ve Mescid-i Aksa’da namaz kılmamızdır.” diyen Gazzeli küçük kızı anımsadı sonra… Hristiyan protestocular, “Gazze yemek yiyene kadar” sloganıyla ABD Kongresi mensuplarının yemek yemesini bloke etmişti. Aynı günlerde Diyanet İşleri Başkanlığımızın Elazığ’da “aday din görevlileri” için 210 günlük yemek hizmetini 13 milyon TL’ye ihalesi gündemdeydi. Gazzelilerin karnı 210 gündür hiç tam doyamamıştı. Diyanet’in menüsünde ise; haftanın 4 günü biftek, bonfile, et haşlama, et kızartma, rosto, tavuk, ciğer, kebap türleri, köfte çeşitleri vardı. Bu tablo karşısında hıçkırıkların haykırmaması imkansızdı… Refah’a toplanan Gazzeliler de artık saldırı altındaydı. Gazze, hiç kimseye şahsi acılarının acısını yaşatmamalıydı. Çünkü, Gazze ümmetin acısıydı. En ağır imtihanlara tabi tutulsa da, dimdik ayakta kalabilen çok güçlü fertler dahi, ümmetin acısını kaldırabilmekte zorlanırdı…
Bazen tek kelime etmeden de konuşabilir insan. Ve sürdürebilir anlatmayı, ağzını hiç açmadan. Öyle yaptı kadın. Hiç düşürmedi voltajını tonlamasının. Dedi ki: “Baharın yeşilinden, denizin mavisinden, sevdanın güzelliğinden, çiçeklerden, börtü böcekten bahsetmek isterdim. Şimdi bahar; mazide kalan soluk bir fotoğraf sanki. İkindi sonraları penceremden bakmayı alışkanlık haline getirdiğim deniz; grileşmeden siyahlaşıyor her akşam öncesi. İslam davasının, uğrunda can verilmesine ihtiyacı varken; bir kulun sevdasıyla kalbi meşgul etmek, abesle iştigal gibi. Toprağın altında yatan gonca güllerin üstüne bir gül dikecek kimselerinin olmadığını hatırlatıyor artık çiçeklerin hepsi. Uç uç böceği uçmuyor, biliyor çünkü; terlik pabuç alamayacak ölü annesi. Tabiatın en güzel tabloları birer birer iniyor, siliniyor gözlerimden mevsimlerin rengi…”
Asabı bozuk kadın, asude bir nazarla baktı kendine. Ömrünce tek kelime etmeyecekmiş gibi bir suskunluk yükledi sözsüzlüğüne. Dedi ki: “Alıştık mı alışılmaza? Normalleşti mi anormaller? Rükuya eğildiğimizde, omuzlarımıza düşmüyor mu bir Gazze? Bir Gazze çökmüyor mu üstümüze secdelerde? Zaman geçtikçe daha mı az ıslatır oldu gözyaşlarımız seccadelerimizi? Süreç uzadıkça daha mı kısa tutar olduk dualarda ellerimizi?.. Refah, İslam’ın izzetini koruyan şerefli milletin konakladığı son kale. Nasıl yaşarız bu utanç, bu öfke, bu acı ile; son kale de düşerse?..”
Hiç ses çıkarmadan, çığlık çığlığa bağırdı kadın. Dedi ki: “Eski ve yeniçerilerin bastıramayacağı bir isyan var içimde. İçimde ağlamak var, nehirden denize…”
Saygılarımla…