Savaş, kavga, zulüm, adaletsizlik, baskı ve sömürünün olmadığı bir dünya idealini hayal etmek mümkündür. Ancak Dünya realitesi ve insanlık tarihi bugüne kadar böyle bir dönem yaşamamıştır. İyi ve kötü arasındaki mücadele ezelden beri hep var olmuştur. Muhtemelen geleceğin dünyasında da, savaşlar ve kavgalar eksik olmayacaktır.
Tek başına bir “savaş” ifadesi bile ürkütücü bir kavramdır. Biz burada, toplumları savaşa sevk eden motivasyonlara değinecek değiliz. Ancak modern dünya tarihinde Atatürk’e atfedilen “Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır…, öldüreceğiz diyenlere karşı ölmeyeceğiz diye savaşa girebiliriz…, millet hayatı tehlikeye maruz kalmıyorsa savaş cinayettir..” sözlerini, realiteye rağmen savaşla araya konması gereken ciddi bir mesafe olarak, dikkate değer bulduğumuzu belirtmek isteriz.
Savaş realitesinin muhasım devletler arasında en önemli ve etkili bir mücadele yöntemi olarak geçerliliğini sürdürmesi, dolayısı ile ülkelerin de en büyük harcamalarını silahlanmaya ve herhangi bir savaşa karşı hazırlıklı bulunmaya zorlamaktadır.
Bu silahlanma durumu, muhasım devletlerin birbirlerine karşı politik hedeflerini gerçekleştirmek için öncelikle savaşa girmeden, bu mümkün olmuyorsa savaşa zorlayarak ve nihayet savaşa girerek vereceği fiziki zararla direncini kırmaya ve isteklerini kabul ettirmeye yönelik olarak uygulanmaktadır.
Ülkeler bu amaçla tarih boyunca silahlı ordular bulundurmuş ve ‘gerektiğinde’ de kullanmışlardır. Gelişmiş! Dünyanın teknolojik çalışmalarla elde ettiği buluşlar, maalesef öncelikle silah sistemlerinde uygulanmıştır. Sanayileşme dönemi boyunca ve özellikle günümüzde çok hızlı gelişen teknolojiler, silah sistemlerinin de çok hızlı tüketilmesine, yeni daha modern silah sistemlerine olan ihtiyacı tetikleyen sürekli bir süreç haline getirmiştir. Hatta, uzay çalışmalarının önemli bir kısmını “uzay savaşları”na yer verilmesi, insanoğlunun medeniyet seviyesinde ilk çağlardan itibaren değişen bir şey olmadığını da göstermektedir.
Bu çerçevede tarihimizin son iki yüzyılına kısa bir göz gezdirecek olursak, Osmanlı imparatorluğunun tarih sahnesinden silinmesindeki en önemli faktörlerin başında, ülkede genel olarak bilim, sanayi ve teknoloji üretilememesi nedeniyle, silah sistemlerini de geliştirememelerine ve rakip devletler karşısında girdikleri savaşlarda yenilmelerine neden olmuştur. Bu genel geri kalmışlık ve geri gidiş sürecinde, idareciler özellikle devletin son dönemlerde her ne kadar ülkeyi savaşlara sokmamaya çalışmış olsalar da, iç ve dış dinamiklerin zorlamasıyla devlet kendisini balkan, yemen ve birinci dünya savaşlarının içinde bulmuştur.
Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, tarihten alınan bu ağır dersin de öğreticiliği ile her alanda görülen geri kalmışlığı kapatmaya ve bu kapsamda savunma sanayiinde dünya standartlarını yakalamaya yönelik atılımlar da yapılmıştır. Bugünkü tabirle ‘yerli ve milli’ nitelikli savaş uçağı dahil üretilmeye, hatta ihraç edilmeye başlanılmış olduğunu da görüyoruz.
İkinci dünya savaşı sonrası, dünyanın iki büyük güç etrafında şekillenmesi, Türkiye’nin dahil olduğu Batı ve ABD bloku içerisinde, savunma sanayi alanında kendini geliştirememesi bir yana mevcut yeteneklerini de kaybetmesine neden olmuştur.
Kıbrıs çıkarması dolayısı ile 1974 yılında, o zamana kadar savunma ihtiyaçlarının büyük bir kısmını karşıladığını ABD’nin ambargosuyla karşılaşması, savunma alanındaki eksiklikleriyle yüz yüze gelmesi bakımından bir dönüm noktası olmuş, bu olaydan sonra birçok savunma sanayi kuruluşları kurulmuştur. Ancak devam eden süreçte, tank, uçak, helikopter, yüksek irtifa hava savunma sistemleri, su üstü ve su altı gemi ve denizaltıları gibi ana muharebe araç ve sistemleri niteliğinde sayılacak ürünlerde yerli ve milli nitelikte kayda değer bir gelişme gösterdiğini söylemek mümkün değildir.
İki binli yıllara doğru gelirken, envanterinde mevcut NATO menşeli tank ve uçakların ileri teknoloji gerektiren sistemlerle modernizasyonun Türkiye’de mi yoksa İsrail’de mi yapılmasının daha uygun olacağı tartışmaları yapılırken, dönemin Genel Kurmay başkanı Orgeneral Hüseyin KIVRIKOĞLU’nun “İsrailde yapılacak” diye kestirip atmasıyla, tartışmalarında bıçak gibi kesildiği o günleri yaşayanların hafızalarında hala duruyor olmalıdır.
ABD’nin başını çektiği koalisyon ülkelerinin birinci ve ikinci körfez(Irak) harekatlarında ve Rusya ile birlikte Suriye’nin işgal edilmesinde, Suriye ve Irak’tan Türkiye’ye gelebilecek füzeleri önlemek amacıyla yerleştirilen yüksek irtifa hava savunma sistemi “petriot”ler büyük oranda Türkiye kamuoyunun dikkatine de girmişti.
AK Parti ülkenin idaresini ele aldığı 2002 yılından itibaren, Türkiye’nin genel yönetim şeklinde ve Silahlı Kuvvetlerin yapısında ve devletin tüm kurumlarında sistemik değişiklikler yapabilecek kuvvet ve dirayette ve halen güçlü bir şekilde ülkenin başında bulunmaya devam etmektedir.
Konuyu bağlamından koparmadan işlemeye devam edecek olursak. Özellikle içinde bulunduğumuz şu günlerde Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması ile ortaya çıkan savaşta, Türkiye’nin Ukrayna’ya sattığı İHA(İnsansız Hava Aracı)’ları ve SİHA(Silahlı İnsansız Hava Aracı)’larının etkin ve başarılı olarak kullanıldığına dair Dünya ve Türkiye kamuoyunda yapılan değerlendirmeleri takip ediyoruz.
Türk kamuoyu bu İHA araçlarını, PKK’yı takip etmek üzere İsrail’den kiralanan, görüntü kayıtlarının İsrail üzerinden Türkiye’ye verilen, arızalanınca İsrail’e gönderilen, arıza ve bakımları hiç bitmeyen, etkin kullanılamayan bu şekliyle tanımıştı.
Ancak, Türkiye tarafından bu araçların çok fonksiyonel ve işe yarar olduğu anlaşılmış olduğundan, devam eden süreçte motor, gözetleme ve radar sistemleri gibi kritik parçaları önce Kanada’dan, daha sonrada Ukrayna’dan tedarik edilerek üretilmeye başlanmıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yakınlığı ile bilinen Bayraktar firmasının Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra birçok ülkeye de satacak şekilde üretmeyi başardığı, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması dolayısı ile yaşanan savaşta, Ukrayna’nın Rusya’ya karşı başarılı bir şekilde kullandığı, Dünya ve Türkiye kamuoyunda çok konuşulan İHA ve SİHA’lar bunlardı.
Türk savunma sanayisinde ATAK Savaş Helikopterinin de böyle bir başarı hikayesinin bulunduğunu biliyoruz. Biraz yavaş seyreder gibi olsa da menzili istikrarlı bir şekilde günden güne artan alçak irtifa roket ve füze sistemlerinin hikayesini de başarı hanesine dahil edebiliriz.
Ancak bu başarı hikayesine, Ülkenin savunma açığının kapatılmasında önemli, ertelenemez ve vazgeçilemez yeri bulunan ALTAY tankı, Savaş Uçağı ve Yüksek İrtifa Hava Savunma Sistemleri (Petriot, S-400, HQ-9 )gibi, daha stratejik ve komplike Ana Muharebe Savunma Araç ve sistemlerinin hala eklenememiş olmasını, üzerinde önemle ve öncelikle durulması gereken projeler olarak belirtmek gerekir.
Ülke savunmasında ciddi eksikliği hissedilen yukarıda bir kısmına değinilen silah, araç ve sistemlerin uzun uzun izah edilebilecek bilinen bilinmeyen nedenlerini tekrar ele almanın mevcut duruma bir faydası olmayacaktır. Ancak şunu önemle belirtmek gerekir ki, Ülkemizin bu araç ve sistemlere olan ihtiyacı, sebebi ne olursa olsun daha fazla geciktirilemeyecek derecede önem ve aciliyet arz etmektedir.
AK Partinin iktidara geldiği 2002 yılı öncesinden itibaren, bölgemizde birinci ve ikinci körfez harekâtlarında Irak, daha sonra da Libya ve Suriye işgali yaşanmıştır. Bu olaylar dolayısıyla, Türkiye’yi uzun menzilli füze sistemlerinden korumak için mükerrer defa ve her seferinde geçici olarak petriot yüksek irtifa hava savunma sistemleri muhtelif batı ülkelerinden getirilip konuşlandırıldığı ve tehlike geçince de sökülüp götürüldüğü devletin ve kamuoyunun hafızalarında silinmeyecek şekilde yer etmiştir. Bu durumun öneminin ve aciliyetinin başta 20 yıldır iktidarda bulunan AK Parti kadroları yetkililerince kavranmış olduğuna dair kamuoyunda güçlü bir algının ve bir an önce eksikliğin giderilmesi gerektiğine dair de güçlü bir beklentinin bulunduğunu özellikle burada belirtmek gerekir. Bu ifadeyi biraz daha açacak olursak;
Envanterde mevcut, F-16 Savaş uçaklarının yüksek teknoloji gerektiren sistemlerinin yenileştirilme ve yedek parça ihtiyacı,
Batılı müttefiklerle müşterek F-35 savaş uçağı projesi yürütülürken bilinen nedenlerle böyle önemli bir projeden çıkarılmış durumda olmamızın doğuracağı yeni nesil savaş uçağı ihtiyacı,
Altay tankının prototipinin 2010 yılında bitirilmiş olmasına rağmen, 10 yılı aşan bir süredir, kamuoyunca bilindiği kadarıyla motor bulunamadığı veya yerli motor yapılamadığı gerekçesiyle bugüne kadar seri üretime geçilemediği, bu durumda seri üretime ne zaman ve nasıl geçileceği,
Ruslardan alınan S-400 Yüksek İrtifa Hava Füze Savunma Sisteminin NATO menşeli diğer savunma sistemleriyle entegrasyonuna hatta kendi başına bağımsız aktif edilmesine NATO ve ABD tarafından konulan tahdit ve blokaj dolayısıyla ortaya çıkan belirsizliğin devam ediyor olması,
Ülkemizin ihtiyacı bulunan savunma sanayi ürün örnekleri üzerinden benzer daha birçok dikkat, tespit ve değerlendirmeler yapılabilir, araç, silah ve sistemleri konu edilebilir. Ancak;
Komşumuz İran’ın ABD’nin ve Batının 40 yılı aşkın bir süredir tüm saldırı ve savaş tehdidi ile çok kapsamlı ambargo ve engellemelerine rağmen, savunma bütünlüğünün büyük bir kısmını kendi imkan, kaynak ve kabiliyetleri ile tamamlamış olması, bunun ötesinde sahip olduğu nükleer teknoloji yeteneği ile nükleer silah üretme kapasitesine ulaşmış olması dikkate şayan olarak bir başarı örneği olarak yanı başımızda durmaktadır. Dünyada incelemeye değer örnek diğer devletler de elbette vardır.
Savunma sanayiinde önemli açıklar oluşturan ve yukarıda ülkemizin başarı hikayelerine dahil edilmesini umduğumuz savunma silah ve araçları eksiğini, İran ve birçok ülke nasıl başardı sorusu üzerinden, ülkemizin ihtiyacını vurgulayacak bir sonuç cümlesi yazacak olursak,
Yetkililerin bu konuda yaşanan gecikmelere ait yaptıkları ve yapabilecekleri açıklamaların hiç bir şekilde ikna edici olamayacağı ve durumun öneminin yeterince kavranamadığı, şeklinde olacaktır.
Haşim EFE