İnsanoğlunun toplum hayatının tek meşru zemini ve düzeni adalettir. Adaleti gerçekleştirmek üzere Peygamberler, liderler ve ardılları tarafından çeşitli kanunlar vaz edilmiştir. İnsanlık mücadelesi, sosyal hayatın merkezine adaleti yerleştirme, hak hukuk ve eşitliği sağlama mücadelesi olarak özetlenebilir.

Pratik kişisel hayatın her türlü işleyişinden başlamak üzere,  çarşıda pazarda, sokakta, ekonomide, yönetimde, yargıda ve uluslararası ilişkilerde tek yol göstericisi adaletin pusulası tek yol gösterici olursa ancak o zaman barıştan, huzurdan ve meşruiyetten söz edilebilir. Bunun tersi, yani merkezinde adalet olmayan ve adaleti hedeflemeyen her düşünce, eylem ve düzen ise insani erdemler ve ilahi anlayış nezdinde gayri meşrudur ve insana huzur ve iyilik getirmeyecektir.

Bilindiği ve kabul edildiği gibi, adalet diğer tüm değerlerin de kök değeridir. Hak, hukuk, eşitlik, özgürlük, yönetim/siyaset, aklın kullanılması, özgür düşünce, eleştiri, saygı, istişare gibi pek çok değerin bir toplumda ve meşru çerçevede hayat bulmasının tek şartının adalet kavram ve mevhumunun o toplum hayatında yaşanıyor ve uygulanıyor olmasıyla bire bir ilgilidir. Bu durum uzun insanlık tarihi içinde ve günümüzde yaşanılan tecrübelerle de sabittir.

Siyaset, yönetme, sevk ve idare etme sanatı ve ilmidir. Bu sanatın meşruiyet çerçevesi adalet ve ahlaktır. Adalet ve ahlak temelinde yapılmayan bir siyaset ve yönetme işi insani ve İslami değildir. Bu esasta siyaset adalete ve ahlaka bağlı olarak şekillenmelidir. Çeşitli gerekçelerle ve muvakkaten dahi olsa adaleti öteleyen hiçbir yönetim anlayış ve uygulaması, insan huzuruna ve barışına hizmet etmeyecektir. Din, cihat, vatan, bayrak, toprak gerekçeleriyle yapıldığı iddia edilse bile, içinde ve hedefinde adalet anlayışı ve arayışı yok ise tüm bu hareket ve eylemler insandan ve insanlıktan uzaklaşmaya neden olacak ve insanlığa iyilik getirmeyecektir.

İnsanoğlu bu tecrübe ve yöneliş ile ezelden beri adaletin güven, huzur ve umut veren gölgesini hep aramıştır. Bu amaçla, canı pahasına meşakkatli ve uzun yolculuklar yapmak durumunda da kalmıştır. Muhtemelen bundan sonrada bu durum değişmeyecektir.

İlahi dinlerin sahih kaynaklarında, özellikle İslamiyet’in birincil kaynağı Kur’anda, hiçbir şart altında, adaletten uzaklaşılmayacağına dair çok kuvvetli Nas’lar vardır. İslam’ın Peygamberi ve Kur’anın ilk uygulayıcısı olan Hz. Muhammedin, her hal ve şartta adaleti gözeten hayatı, söz ve uygulamaları da ortadadır.

Gelişmiş medeni dünyanın, yaşadığı tecrübeler ve edindiği insani erdemler üzerinden, hayatın merkezine insanı koyarak oluşturduğu hukuki normlar, adaletin tesisi konusunda önemli kazanımlar olarak ortadadır. Bu kazanımların, İslam’ın önerdiği ve asrısaadet döneminde hayata tatbik ettiği adalet merkezli hayat anlayışıyla da büyük oranda örtüştüğü söylenebilir.

Peki, İslam inancının bu kök değerler ve etrafında şekillendirmek istediği toplumsal düzen ve hassasiyeti bilindiği ve çağdaş medeni dünyanın da söz konusu bu değerler ve bu değerlerin hayata tatbikatında ulaştığı başarılı seviye teorik ve uygulama düzeyinde gözlerimizin önünde olduğu halde. İslam dünyasının, daha özelde de Türkiye’nin bu konuda hiçte iç açıcı olmayan mevcut halini nasıl açıklamak gerekir.?

Bilindiği gibi, adalet anlayışı ve uygulaması, İslam tarihi içinde yaşanan ciddi bir anlayış ve siyasi kırılma ile mecrasından çıkmıştır. Peygamberimiz ve dört halife döneminde “Adalet i mahza” anlayışı bir sabite olarak uygulanmış, Hz. Alinin Haricilerle ve Emevilerle mücadelesinde de, mücadelesinin esasını oluşturmuş iken. Devletin yönetiminin Emevilere geçmesi ile birlikte “din’in selameti, devletin devamı, asayişin temini ve kamunun menfaati gibi, siyasi değerlendirmelerle bu anlayış (adalet i mahza), “adalet i izafeye” şekline dönüştüğünü görüyoruz. “Adalet-i izafiye” yani, ammenin/ kamunun/büyüğün/ önemlinin önceliği ve menfaati için cüzün/önemsizin hakkı göz ardı edilebilir anlayışıdır.

İslamiyet zuhur ettiğinde, adalet i izafiye anlayışı, dünyanın değişik yerlerinde hüküm süren devlet ve idareler tarafından da uygulanıyordu. İslamiyet bu yerleşik ve geleneksel anlayıştan farklı olarak adaletin tam tecellisini öngören “adalet i mahza” anlayışını getirmiş ve uygulamaya başlamıştır. Emevilerle birlikte, bir nevi tekrar İslamiyet öncesi adalet anlayışına dönülmüştür. Bundan sonra, bu “adalet i izafiye” anlayışı ve bu anlayıştan kaynaklı ve kamuyu şekillendiren değerler uzun İslam tarihi boyunca genel olarak uygulanmıştır. Osmanlının devlet ve toplum hayatını yeniden tanzim etme arayışı içinde bir çıkış yolu olarak gördüğü batılılaşma sürecinde, Avrupa’dan ithal edilen değerler içinde de yer alan bu anlayış, geleneksel İslam anlayışı ile birleşerek, yeniden bir kere daha kuvvet bularak toplum ve devlet anlayışını şekillendirmiştir. Ayrıca Türklerin Müslümanlığı kabul etme döneminin, Emevi-Abbasi dönemine rast gelmesi, bu dönem Müslümanlarında gördükleri lider ve liderlik, sultanlık anlayışı ile kendi anlayış, inanış, gelenek ve örfleri arasında önemli bir yeri olan Başbuğ, Han, Hakan ve soyunu kutsayan, devleti önceleyen anlayışlarında tam bir uyum bulmuşlardır. Türklerin, yönetim ve liderlik anlayış ve kabullerini, kendilerinde bulunan geleneksel lider kültü ile Emevi-İslam kutsaması/inancını birleştirerek devam ettirdiklerini belirtmek yerinde bir tespit olacaktır.

Adalet-i izafiye anlayışı, her ne kadar günümüzde gelişmiş batı toplumları tarafından terk edilmiş, cüzün/azın hakkını da gözeten “adalet i mahza” yaklaşımına büyük oranda geçilmiş olsa da, İslam ülkeleri ve Türkiye’de halen Hukuk ve idarede temel bir anlayış olarak sürdürülmektedir. Hatta günümüzde Emevi-İslam anlayışını pekiştirecek şekilde İlahiyatçı Hayrettin Karaman tarafından verildiği iddia edilen “kamunun menfaati için cüzün menfaatinden vazgeçilebilir, devletin bekasının söz konusu olduğu hassas ve kritik durumlarda adalet/hukuk göz ardı edilebilir, iktidara zarar verecekse doğru söylemek caiz değildir..” gibi yeni dini! fetvalar verilerek, medeni dünyanın çoktan terk ettiği, İslam inancında ve ilk dönem (asrısaadet) uygulamasında yeri bulunmayan, İslam öncesi döneme ait “adaleti izafiye” anlayışı, maalesef ülkemizde sürdürülmek istenmektedir.

Geleneksel İslam ve Türk tarihinde yer alan emir, sultan, hakan ve han’lara izafe edilen ‘ermiş, evliya, veli, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, Tanrının kırbacı..’ gibi yakıştırmalar, günümüz modern zamanlarda da, anlam ve kavram kaymalarıyla da olsa Siyasi liderlere “Allah’ın Türklere hediyesi, baba, beklenen kurtarıcı, mehdi, ümmetin lideri, asrın lideri..” gibi sıfatlarla, kimi zamanda tartışmalı “hadis” ve Emevi dönemi “dini” anlayış ve yorumların mahsulü argümanlarla, kimi zaman Türk töresi destekli ve kimi zamanda her iki geleneksel anlayışın bileşkesi ile kutsiyet ve olağanüstülükler atfedilmektedir. Türk ve İslam geleneğinden kaynaklı bu anlayışın, günümüzde hala toplumsal karşılığı bulunmaktadır. Söz konusu bu toplum ve sosyolojisinin, liderin her söz ve davranışını tartışmasız doğru kabul etmeye, anlamadığı durumlarda da, “bir hikmet/fayda/güzel/iyi şey vardır” iyimserliği içinde akıl, düşünce ve merak melekelerini çok kolay bay-pas ederek işin içinden çıkabilen bir mantıkla çalıştığı görülmektedir.

Yüzyıllar boyunca ve halen günümüzde çok baskın bir şekilde uygulanan adaleti izafiye anlayışı, siyaset/yöneticilerin kişiliğine, konjonktürel duruma, genelin menfaatinin değişmesine göre uygulanan adalet ve adalet anlayışı ve hukukta değişmekte, tabir caizse hukuk ve toplum halden hale girmektedir. Adeta siyasetçinin elinde, yine bir siyasetçinin kaba bir ifadesiyle “adalet siyasetin köpeğidir” mesabesinde, kullanışlı bir aparat durumuna düşmektedir.

                                                                                                                         

Türkiye’de, toplumsal değer ve sosyolojisinin oturmamış durumu, toplumu ve devleti idare etme gücünü ele geçirenlerin çok kolay bir şekilde idarede, yargıda, yasamada çok kolay yeni mevzuatlar yapmasına, dolayısı ile dönemine göre bir hukuk ve uygulaması ile yönetim şeklinin çıkmasına neden olmaktadır.

Yargı, yasama ve yönetim gibi birbirinden bağımsız olması gereken kurum ve fonksiyonları da kendi kontrolüne alan yönetim/siyaset biçimleri, ülkeleri ve toplumları anti demokratik, adaletsiz hatta hukuksuz, insan haklarını ihlal eden, insanlıktan uzak yapılar haline dönüşmektedir. İslam ve üçüncü dünya ülkelerinin genelinin mevcut hali böyledir.  

Ülkemizde bu anlamda, 2010’lu yıllardan başlayan cari hukuku da aşan fiili durum 2018 yılından itibaren Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile hukuki bir boyut kazanmıştır. Böylece yargı ve yasamada hatta yönetimde yetkilerin tek kişi(CB)’de toplandığı, bu durumun Türkiye’yi başta adaletten uzaklaştırdığına, yönetilemeyen ve antidemokratik bir ülkeye dönüştürdüğüne dair kamuoyunda çok ciddi tartışmaların başlamasına neden olmuştur.

CB hükümet sistemine geçildiği 2018 yılından itibaren yaşanan sürece, demokrasi, adalet, hak hukuk, eşitlik, özgürlük, düşünce, insan hakları ve temel haklar gibi kriterler üzerinden baktığımızda, ülkemizin teorik düzlemde ve yaşanan olgular kapsamında geri gittiğini, CB Hükümet sisteminin toplumun ve devletin ve sistemlerinin önünde engelleyici bir set oluşturduğu söylenebilir.

Haşim EFE