72 yıldır Çin İşgalinde Olan Doğu Türkistan’da İnsan hakları ihlalleri her geçen gün şiddetini artırmaktadır.
Uygurların inanç ve ibadetleri kısıtlanmakta, kılık kıyafete yönelik yasaklamalar devam etmektedir. Posta, telefon vs gibi haberleşme ağları ya kısıtlanmakta veya tamamen yasaklanmaktadır.
Uygur Nüfusunu dönüştürmeye yönelik bir diğer yasak ise aillerin ikiden fazla çocuk sahibi olmalarının yasaklanmasıdır. Bu durumda hamileliği tespit edilen annenin çocuğu doğmadan katledilmekte, bir şekilde dünyaya gelmesi başarılmışsa devler tarafından çocuğa el konulmaktadır.
Öte yandan Urumçi olaylarından sonra 3 milyonu aşkın insan toplama kamplarında zorla tutulmaktadır. Kadın, çocuk, yaşlı ayırmaksızın Çin’in toplama kamplarında “eğitilmek” gerekçesi ile tutulan Uygurlar, insan hakları ihlallerinin en ağırını yaşamaktadırlar.
Yine “ikiz aile” kapsamında kamplarda tutulan erkeklerin evlerine birer Çinli yerleştirilmek sureti ile Müslüman Türk aile yapısına son derece ters bir şekilde aile mahremiyetine tecavüz edilmektedir. Zorla Çinli erkelerle evlendirilen Uygur kızların çoğunluğu bu durumdan dolayı intihar etmektedir.
Uygurların kamplarda ve evlerinde uğradığı zulüm ve asimilasyona tüm Dünya kayıtsız kalmaktadır
10 yılı aşkın bir zamandır devam Suriye’de sadece Rejim tarafından değil, pyd, pkk, ışıd benzeri illegal örgütlerin tehdidi altında korkunç bir savaş yaşanmaktadır. Ayrıca İran, Rusya başta olmak üzere pek çok ülkenin askeri müdahalelerine de maruz kalan, evleri ve şehirleri yakılıp yıkılan milyonlarca Suriyeli mülteci olarak oradan oraya savrulmaktadır.
Sadece Suriye sınırında 405 iptidai kapta 575 bin mülteci zor şartlarda ayakta kalma mücadelesi vermektedir. Üstelik bu kapların yüzde 81’ini kadın ve çocuklar oluşturmaktadır.
Savaş esnasında 600 bin insan öldürlmüş,500 bin insan hapishanelerde kaybolmuş,100 bin insan hapishanelerde katledilmiştir. 17 milyon insan temel ihtiyaçlara (su, ekmek, barınak)sahip değildir.
Suriye zindanlarında “yakınları rejim muhalifi olduğu gerekçesi ile) mahpus tutulan 13 bin kadın işkence ve tecavüzlere maruz bırakılmaktadır.
İşgal edilmiş Filistin topraklarında 1948’de İsrail Devleti kurulurken evlerinden ve topraklarından zorla çıkarılmış ve ülkelerinden sürülüşlerdi 8 Milyonu aşkın Filistinli mlteci durumuna düşmüştür..
O tarihten bu yana Filistinlilerin evlerini yıkma projesi, mülkiyet ihlalleri kapsamında devam etmektedir. Filistinli mülteciler zorla göç ettirildikleri Lübnan, Suriye ve Ürdün’de zor koşullar altında kamplarda yaşam mücadelesi vermektedir.
48’den bu yana evlerinden ve topraklarında uzakta yaşam mücadelesi veren Mültecilerin ülkelerine dönmelerine dair BM Kararına rağmen İsrail buna izin vermemektedir.
İsrail tarafından hapishanelerde tutulan her yaş ve cinsiyetteki Filistinlilere yönelik neredeyse 200 çeşit işkence yapıldığı resmi belgelerde yer almaktadır. İşgal topraklarında özellikle 48’den bu yana sürdürülen katliam ve işkenceler devam etmektedir.
Ayrıca abluka altına alınan ve dünya ile bağı koparılmak sureti ile bir bakıma “ölüme terk edilen” Gazze’ye İnsani yardım Götüren Mavi Marmara gemisinde İsrail tarafından saldırıya uğrayarak katledilen savunmasız sivillerin “insanın yaşama hakkı” kaidesindeki karşılığı da tecrübe edilmiştir.
Gelin görün ki bu kısa örneklerden çok daha fazlasının pek çok coğrafyada uygulandığı bir dünyada ”insan haklarından” söz edilmektedir.
10 Aralık 1948’de İnsan Hakları kapsamında BM’nin aldığı altı maddelik sözleşmesi şu şekildedir.
“Medeni ve siyasi haklar sözleşmesi, ekonomik sosyal ve kültürel haklar sözleşmesi, İşkenceye karşı sözleşme, ırk ayrımcılığının önlenmesi sözleşmesi, kadınlara karşı ayrımcılığın önlenmesi sözleşmesi, çocuk hakları sözleşmesi.”
Yeryüzünün pek çok bölgesinde yaşanan işgaller, sömürgeler, katlamalar, çocuk ölümleri, kadınların maruz kaldığı haysiyet kırıcı muamelelerin başını çekenlerin, bu sözleşmelerin altına imza atmış olmaları ironik bir vakıadır.
Bu durum Uluslararası Hukukun teorideki karşılığının pratikte var olmadığının göstergesidir.
Uluslararası örgütlerin konuya ilgisizliği ve geçiştiren tavırları “insan hakları” kavramının uluslararası arenada hiçbir karşılığı olmadığının göstergesidir.
Dolayısı ile batılı “demokrasinin” haklıdan değil güçlüden yana tavır aldıkları, hakların değil çıkarların gözetildiği bir anlayışa sahip oldukları çok açıktır.
Nitekim ABD Senatosunun henüz açıkladığı işkence raporunda vurgulanan tespitler, İnsan haklarına dair ihlallerin hangi boyutta olduğunun göstergesi olması bakımından son derece dikkat çekicidir.
Raporda Özellikle “CIA’nın yakaladığı esirlere uluslararası hukukun dışında zarar verme taktiği uyguladığının” vurgulanması durumu net olarak açıklamaktadır.. Kaldı ki bu zaten bilinen bir gerçeğin resmi olarak ifade edilmesiydi.
Senato’nun işkencelere dair verdiği “180 saat uykusuz bırakılma ve suda boğma” örneği olayın vahameti açısından son derece ürkütücüdür.
Buna bağlı olarak Uluslararası Af Örgütünün verilerine göre ise tam 141 ülkede işkence ve kötü muamele vakası belirlenmiş durumdadır.
Böylelikle 1984 yılında imzalanan “işkence ile mücadele” anlaşmasına da tıpkı diğer anlaşmalarda olduğu gibi uyulmadığı gözler önüne serilmektedir.
Dünyanın pek çok ülkesi tarafından BM ile imzalanan “işkence anlaşmasının” aradan geçen 30 yıl boyunca sürekli ihlal edildiği de ortaya çıkmış oldu.
Ve pek tabi bu ihlallerin ana hedefinde Müslümanlar yer almaktadır.
Hiçbir zulüm gizli kalmaz, neticede açığa çıkar, çıkıyor da. Keza hiçbir zulüm karşılıksız kalmaz, kalmamalıdır da.
Her hangi bir değere sahip olmayan, hayatı sömürmek ve semirmekten ibaret gören batılıların “insan Haklarından “anladığı ise kendi çıkarları doğrultusundadır. “Dünyanın hâkimi benim; kime ne kadar istersem o kadar hak bahşederim” de bu işin şerhidir nitekim.
Ancak elbet biz Müslümanlara söylenecek pek çok hakikat vardır.
İnsan kutsal bir varlıktır ve bir başkası tarafından onun canına malına, namus ve haysiyetine yönelik işkence yapılamaz.
İslam bu hususta İnsan Hakanlarını bir hukuk çerçevesinde güvence altına almıştır.
Ancak maalesef ki bazen Müslümanlar da Kur’an hükümlerini nefislerine ve çıkarlarına göre yorumlayarak bu hakları ihlal etmişlerdir, etmektedirler.
İslam dünyası Batılıların çıkarcı ve sömürgeye dayalı sistemlerine güvenmeye devam ederse, güçlü bir sistem kurmayı başaramayarak yeryüzüne İslam’ın adaleti ile hükmedemezlerse sonuçta hakların ihlal edildiği, Müslümanların ezilip sömürüldüğü bir dünyanın varlığına boyun eğmiş olurlar.,
İslam’a Göre İnsanın doğuştan sahip olduğu haklar vardır.
· İnanç Hürriyeti İnanma Hürriyeti, İfade Hürriyeti, Örgütlenme Hürriyeti, Eğitim Hürriyeti, İnandığı gibi yaşama Hürriyeti
· Aklın emniyeti
· Can Emniyeti
· Mal emniyeti
· Neslin korunması
Yeryüzündeki İnsan Hakları ihlalleri ve işkencelere bakıldığında çözümün batının çıkarcı tavırlarında değil, İslam’ın Hak ve Adalet kavramında var olduğu görülecektir.
Müslümanlar sadece İslam Coğrafyalarındaki hakları ihlal edilen, işkenceye maruz bırakılan mazlumların değil, aynı zamanda tüm insanlığın huzur ve hürriyeti adına bir aya gelmeli, İslam Birliğini kurmalı ve yeniden İslam Medeniyetini inşa etmek üzere var güçleri ile çalışmalıdırlar.
İslam dünyası tarafından inanılması ve uygulanması zorunlu olan bu ifadeleri yıllardır ısrarla “romantik bir hayal” gibi gören ve ciddiye almayanlara ise bunun vebalini hatırlatmakta yarar görmekteyim.
Rahmeti Alija İzzetbegoviç 1970’te kaleme aldığı İslam Deklarasyonu’ndaki şu ifadeleri ile Tüm Müslümanlara seslenirken resmen feryat ediyor.
Alija diyor ki;
“Hedefimiz Müslümanların yeniden İslamlaşması; Gayemiz inanmak ve mücadele etmek.”
İşte ihtiyacımız tam olarak budur