2007’de İslam medeniyetinin kadim izlerini sürmek üzere gerçekleştirdiğim Ürdün-Suriye ziyaretim esnasında bir süre Şam’da konaklamıştım. Hemen 2 saatlik mesafede bulunan, tarihi ve kültürel miras bakımından oldukça zengin olduğunu düşündüğüm Lübnan’ı ve özellikle de Beyrut’u görmeyi çok arzu etmiştim.
MÖ önce 3 bin yıllarında Kenanlıların (Finikeliler)gelişi ile yerleşke olan Lübnan’ın HZ Ömer döneminde Yermük savaşı ile beraber Müslümanların hâkimiyetine geçtiği dönemlere dair bazı okumalar yapmıştım. Sonrasındaki araştırmalarım esnasında Şam’ın başkent olması ile Lübnan’ın daha da önemli hale geldiği bilgisine ulaşmış “mutlaka görmeliyim” diye düşünmüştüm.
Hemen her dönemin gözdesi konumundaki Lübnan’ın tarihi süreç içerisinde maruz kaldığı savaşlar çekişmeler bir yana, uzun zamanlar Müslümanların hâkimiyetinde olması bölgeye dair ilgimin asıl sebebi idi elbette. Özellikle Selahattin Eyyübi Kudüs Fethi ile beraber Beyrut’u da fethedişini hayranlıkla okumuştum. Sonraki süreçte onun vefatı ile tekrar Bizanslıların eline geçtiği halde bu kez Yavuz Sultan Selim’in Mısır fethi esnasında yeniden Fethini.
Nitekim, Memluk Devleti yıkıldıktan sonra Osmanlı tam 400 yıl bölgeye hâkim olmuştur. Ne var ki Lübnan 1918’de ise Fransız işgaline uğramış ve nihayet 1944’te bağımsızlığını kazanmıştır.
Sahibi Efendilerimizin ve Ecdadın işte böylesine derin bir tarihe sahip olan bölgenin elini bırakmayışı gönlüme dokunmuş, bölgenin önemini daha iyi kavramıştım. Bu anlamda tarihin sayfalarını bana somut bir şekilde açacak olduğunu düşündüğüm bu bölgedeki yaşanmışlıkları hissetmek, yerinde değerlendirmek istiyordum..
Ancak istişare ettiğim büyüklerimin “bölgeye uzanan yollar şu an bir hanım için güvenli değil” uyarısı üzerine bu arzumu gerçekleştirememiştim.
Lübnan’ın tarihine merak sarmazdan öncesinde; özellikle çocukluk anılarımda bir felaketten söz edilirken “Beyrut gibi” benzetmesi yapıldığı hala hafızamdadır. Gençlik yıllarımda dinlediğim Feyruz’un “Li Beyrut” şarkısından yükselen nağmeleri ile dikkatimi çekmiş, gönlüme düşmüş bir şehirdir.
“Selam sana yüreğimdeki derinliklerden ey Beyrut” diyen Feyruz, adeta bölgenin karakterini yansıtan bir kimlik olarak çıkmaktadır karşımıza.
Feyruz bir yandan yaşadığı ve bağlı olduğu şehir Beyrut’a ağıt yakarken diğer yandan “yine de bir gün Filistin halkının özgürlüğünü; çocukların doyasıya gülüşünü göreceğim” diyerek Ortadoğu’nun kaderi üzerinde oynanan oyunlara isyanını dile getirmektedir bir bakıma.
Lübnan’ın geçmişine baktığımızda bir Müslüman olarak Feyruz’a olan –çelişkili- gönül bağımızı da az buçuk anlamlandırabiliyoruz esasında.
Zira Lübnan dini ve etnik bakımdan oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir. Farklı dini ve etnik gruplara mensup halk ayrı cemaatler halinde yaşamaktadır. Söz gelimi Sünni Müslümanlar,(kıyı kesimde) Şii Müslümanlar beka vadisi ve güneyde, Katolik, Katolik Ermeniler kırsal kesimlerde, Katolik Maruniler Lübnan dağlarında, Dürziler dağlık bölgenin orta kesimlerinde yerleşiklerdir.
Dolayı ile böylesine kozmopolit bir bölgede çatışmalar, iç ve dış savaşların tozu dumanı arasından yükselmektedir Feyruz’un nağmeleri. Kastım olan çelişkilerde bundandır işte. Lübnan’dan yükselen bu ses, Süryani Ortodoks Hristiyanlarından birine ait olduğu halde Ortadoğu’nun özgürlüğü ve direnişini ifade eden şarkıları ile biz Müslümanların bile gönül teline dokunmaktadır.
Oysa 1975’te çıkan iç savaş “İsrail’in Filistinlileri zorunlu göç ettirmesi sonucu Müslüman nüfusun artmasına” karşın Hristiyanların ayaklanması ile başlamış değil midir?
Nitekim 1982’deki İsrail işgalinde bölgedeki Hristiyan falanjistler İsrailli güçlere yardımcı olmuşlardı.
1975’ten 1990’ların başına kadar devam eden iç savaşta başta Beyrut olmak üzere şehirler bombalanmış,150 binin üzerinde insan hayatını kaybetmiş,1 milyon insan ise mülteci olarak ülkeyi terketmiştir. Yaşanan iç savaşın ardından Suudi Arabistan’ın Taif Şehrinde Arap birliği önderliğinde gerçekleşen Taif anlaşması gereği olarak Siyonistlere karşı mücadele veren Hizbullah dışındaki bütün güçlerin dağıtılmasına ve silahların toplanmasına karar verilmiştir..
Tansiyonun hiç düşmediği Lübnan’da 1982’de İsrail yeniden saldırı başlatmış, Lübnan işgal edilerek Beyrut kuşatılmıştır. Bu işgal; İsrail’in işgali altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme hedefine dönük olarak yüzlerce Filistinli ve Lübnanlı sivilin ölümüne yol açmıştır.
Ayrıca o esnada uluslararası koruma altında olan Sabra ve Şatilla Filistin mülteci kamplarına giren Hristiyan Lübnan askerleri yüzlerce (750 ila 3500 arası) Filistinli sivili katletmiştir. Ki, evlerinden zorla çıkarılarak, vatanlarından sürgün edilen Filistinlilerin Lübnan’da sığındıkları mülteci kamplarında katledilişlerinin acısı hala yüreğimizde, isyanı hücrelerimizdedir.
Yaşadığı savaş, işgal ve acı dolu zamanların ardından nihayet 2000 yılında İsrail işgali sonlanmıştır. Ardı sıra “Hizbullahı” bırakarak bölgeden çekilen İsrail 16 Temmuz 2006’da tekrar Lübnan’ı işgal etmeye teşebbüs etmişse de, 33 gün süren çatışmaların ardından Hizbullah’a yenilerek bu arzusunu gerçekleştirememiştir.
Lübnan’da Son Durum
Son yıllarda ise Lübnan ekonomik krizler ile sarsılmaktadır. Parlamenter sistemle yönetilen Lübnan siyaseten çözümsüzlüğü ortaya koyan bir sistem ile temsil ediliyor. Ülkenin Cumhur Başkanı Hristiyanlardan, Başbakanı Sünni Müslümanlardan, Meclis Başkanı ise Şii Müslümanlardan seçilmek zorundadır.
Dolayısı ile Ortadoğu’nun ve Doğu Akdeniz’in en önemli ticari limanına sahip olan Lübnan halkının yüzde 55’inin işsiz olduğu, yüzde 30’nun ise yoksulluk sınırında yaşam sürdüğü ifade edilmektedir. Aynı zamanda inşaat, ticaret, turizm, bankacılık, otelcilik, medya, danışmanlık ve mühendislik sektörü başta olmak üzere pek çok alanda etkin olduğu bilinmektedir.
Ancak ne var ki, iç ve dış savaşların yansıması, mezhep çatışmaları, dejenerasyon ve özellikle de yanlış politikalar; var olan imkan ve kaynaklara rağmen ekonomik krize yol açmaktadır.
Lübnan’ın yaşadığı ekonomik krizde bir diğer etken ise, dünyada en fazla mülteciyi barındırıyor olmasıdır. Zira 6 milyonluk Lübnan’da 1,5 milyon üzerindeki nüfusu Filistin ve Suriyeli mültecilerden oluşmaktadır.
Ekonomistler, geçtiğimiz gün yaşanan korkunç patlamanın Lübnan’ın var olan ekonomik krizini daha da artıracağını ifade ediyorlar.
Kaldı ki, Hariri suikastının bile hala aydınlatılamadığı ülkede Beyrut limanında yaşanan “Hiroşima” benzeri korkunç patlamanın da( kaza olduğu bilgisine rağmen) şaibe içerdiğini içindir ki, gözler İsrail’e çevirdi. Bölgeyi kendi varlığı için tehdit olarak gören İsrail’in, güç yetiremediği Hizbullah’ın teçhizatlarını yığdığını iddia ettiği bazı noktaları açıkça hedef gösterdiği bilinmektedir.
Hâsılı siyasi, ekonomik ve stratejik anlamda pek çok unsurun söz konusu olduğu, satır aralarında birbirinden farklı unsurların dikkat çektiği Lübnan’da geçen yıldan bu yana devam eden protestolar patlama ile birlikte yeniden alevlendi. Ardından 10 Ağustos günü itibari ile hükumet istifa etti..
Tarihimizin, kardeşliğimizin daim olduğu Lübnan’ın yaşadığı korkunç Patlamadan üzüntü duyuyoruz. Hususen, uzun süreli kavgaların kaosa dönüştürdüğü, savaşların yıkımlarını iliğine dek yaşayan bölgenin kaderinin değişmesi, istikrara kavuşması için dua ediyoruz.